Kaptanın Seyir Defteri, Yıldız Tarihi Bilmem Kaç (sağ altta var işte)
Blogu günlük gibi kullanma fikri ne kadar iyi diye düşünüyorum. Mesela az önce bir liste yaparken aklıma geldi henüz bir şeyler yazmadığım, bir nevi eksikliği tamamlama gibisinden bir dürtü ile yazmaya başladım. Ama farkettim ki, günlük gibi yazmak aslında pek mantıklı bir şey değil. 'Bugün bunu yaptım, bugün şunu yaptım bidibidibidi' şeklinde ilerlemek, her ne kadar okuyan için güzel ve kolaylık sahibi bir şey olsa da, yazan için bir o kadar sıkıcı ve mahremiyeti etkileyen bir durum. Yahu ben Facebook ve Twitter kullanmayan adamım sırf herkes ne yaptığımı bilmesin diye, bunu neden yazayım dedim kendime. Haksız mıyım, eh...
Neyse, blogu eski haline çevirmiyorum da, aklıma eseni değil, gözlemlediklerimi yazarım bundan sonra. Daha güzel olur. Mis!
12 Ağustos 2012 Pazar
10 Ağustos 2012 Cuma
Ekinoks
Gün ile gecenin eşitliği.
Artık blogu bir nevi günlük veya 'iki-üç günde bir' lik bir şey olarak kullanmaya başlıyorum. Gün veya günler içerisinde olanlar [veya olmayanlar, olması istenenler diyebiliriz] burada kendine yer bulacak.
- Geçmişte yaptığı hatalardan ders alan insanlar, genelde o hataları tekrardan yapacakları durumda aldıkları dersi uygulamayı değil, hiç bir şey yapmamayı tercih ederler.
- En azından benim gözlemim bu. Bir şeyi yapıp da pişman olmak, yapamayıp da pişman olmaktan daha iyi değildir.
- Tavla oynamak, bir nevi karşındaki ile konuşacak bir şeyin kalmadığı zamanda ortaya sürdüğün bir kare as gibi.
- Bukalemunlar aslında renk değiştirmezler, yani değiştirirler de, bunu korunmak için bulundukları ortama uyum sağlamak için yapmazlar. Asıl renk değiştirenler, ilk başta rengini belli etmeyip, daha sonra renk değişimlerinden çevreyi sorumlu tutanlardır zaten.
- Loyd firmalarının çıkış noktası, Liverpool lu kahveci John Lloyd adında bir abidir [ilk ismi salladım]
- 'Ve cellat uyandı yatağında bir gece
Tanrım ne zormuş bu bilmece
Öldükçe çoğalıyor bu adamlar
Ben tükenmekteyim öldürdükçe' demiş Ataol Behramoğlu. Bu dörtlüğü bir gece yatağında uyanıp da yazmadığına eminim.
- Susmak, karşındakinin aklında bulunan yaratıklara söz hakkı vermektir.
- Gün doğumu, aslında başka bir yerde gün batımı. O zaman gün batımı da başka bir yerde gün doğumu olur haliye. Peki bir yerde gün ortası iken, başka bir yerde de gün ortası olur mu? Belki.
Artık blogu bir nevi günlük veya 'iki-üç günde bir' lik bir şey olarak kullanmaya başlıyorum. Gün veya günler içerisinde olanlar [veya olmayanlar, olması istenenler diyebiliriz] burada kendine yer bulacak.
- Geçmişte yaptığı hatalardan ders alan insanlar, genelde o hataları tekrardan yapacakları durumda aldıkları dersi uygulamayı değil, hiç bir şey yapmamayı tercih ederler.
- En azından benim gözlemim bu. Bir şeyi yapıp da pişman olmak, yapamayıp da pişman olmaktan daha iyi değildir.
- Tavla oynamak, bir nevi karşındaki ile konuşacak bir şeyin kalmadığı zamanda ortaya sürdüğün bir kare as gibi.
- Bukalemunlar aslında renk değiştirmezler, yani değiştirirler de, bunu korunmak için bulundukları ortama uyum sağlamak için yapmazlar. Asıl renk değiştirenler, ilk başta rengini belli etmeyip, daha sonra renk değişimlerinden çevreyi sorumlu tutanlardır zaten.
- Loyd firmalarının çıkış noktası, Liverpool lu kahveci John Lloyd adında bir abidir [ilk ismi salladım]
- 'Ve cellat uyandı yatağında bir gece
Tanrım ne zormuş bu bilmece
Öldükçe çoğalıyor bu adamlar
Ben tükenmekteyim öldürdükçe' demiş Ataol Behramoğlu. Bu dörtlüğü bir gece yatağında uyanıp da yazmadığına eminim.
- Susmak, karşındakinin aklında bulunan yaratıklara söz hakkı vermektir.
- Gün doğumu, aslında başka bir yerde gün batımı. O zaman gün batımı da başka bir yerde gün doğumu olur haliye. Peki bir yerde gün ortası iken, başka bir yerde de gün ortası olur mu? Belki.
26 Temmuz 2011 Salı
Aşk //
Arz eyleyin ki cebr ile bir râbıt-ı nihân
Rabt eyledi hayatına ömr-i gaminimi
Arz eyleyin ki oldu muhabbet belâ-yı can
Ta'rif edin teâkub-u âh ü enimini
Arz eyleyin ki etti beni derdi nâtüver
Tasvif edin tebassür-ü kalb-i hazînimi
Arz eyleyin şu halimi, arz eyleyin ona
Dinler de âh! Belki terahhum eder bana
Rabt eyledi hayatına ömr-i gaminimi
Arz eyleyin ki oldu muhabbet belâ-yı can
Ta'rif edin teâkub-u âh ü enimini
Arz eyleyin ki etti beni derdi nâtüver
Tasvif edin tebassür-ü kalb-i hazînimi
Arz eyleyin şu halimi, arz eyleyin ona
Dinler de âh! Belki terahhum eder bana
10 Haziran 2011 Cuma
29 Nisan 2011 Cuma
27 Nisan 2011 Çarşamba
Interessant //
Blog dünyası gerçekten de uçsuz bucaksız, hani her şey ile ilgili bir blog bulabilirsiniz gerçekten. Tabi biraz çöplüğe de sebep oluyor bu ama o kadar kusur kadı kızında da olur. Ben de etrafta gördüğüm bloglardaki ilginç paylaşımları artık buradan yayınlayacağım. Gerçekten bayağı ilginç şeyler var buralarda.
Venn Şemasında tehlike diyagramı. İlkokulda bunları gösterseler derslerde başarı oranı artar!
Rock 'n Roll Haritası. Enfes!
Biraz San Fransisco işi gibi ne dersin Buşra
Güney ile Kuzey arasındaki fark dikkat!
Tüm zamanların en güzel filmleri!
Banu Yelkovan ın blog undan.
4 Nisan 2011 Pazartesi
Neue //
blog yazmayı uzun zamandır boşlamışım, formspring de isimsiz bir soru gelince, bir geri döneyim dedim [soruyu soran kim merak ediyorum, çünkü blog u takip eden bir tek o var sanırım, teşekkürlerimi iletiyorum buradan]
en son şubat ta bir şeyler karalamışım. son 1 ayda değişen pek bir şey olmadı. vize için 4 mart ta konsoloslukta randevum vardı, 1 hafta sonra aradığımda Almanya da işlemde olduğunu söylediler. cevap için 4. hafta doldu, bakalım ne gelecek geriye. artık son oyun için korta girdik. 1-2 haftaya kadar gelir herhalde cevap, kısmetse yolculuk görünecek. hayırlısı bakalım.
bütün bunlardan ayrı olarak, bu ara aklımda bir şey var daha var. daha önce kıyısından dönmüş, sonrasında da hiatus tan düşey bir eğri şeklinde ilerlemişti. bakalım bu kez ne olacak. ne de olsa kaybedecek pek bir şey yok.
'P'
fade out //
ek: bir de unutmadan;
Keane / Can't Stop Now
dinleyin, dinletin.
en son şubat ta bir şeyler karalamışım. son 1 ayda değişen pek bir şey olmadı. vize için 4 mart ta konsoloslukta randevum vardı, 1 hafta sonra aradığımda Almanya da işlemde olduğunu söylediler. cevap için 4. hafta doldu, bakalım ne gelecek geriye. artık son oyun için korta girdik. 1-2 haftaya kadar gelir herhalde cevap, kısmetse yolculuk görünecek. hayırlısı bakalım.
bütün bunlardan ayrı olarak, bu ara aklımda bir şey var daha var. daha önce kıyısından dönmüş, sonrasında da hiatus tan düşey bir eğri şeklinde ilerlemişti. bakalım bu kez ne olacak. ne de olsa kaybedecek pek bir şey yok.
'P'
fade out //
ek: bir de unutmadan;
Keane / Can't Stop Now
dinleyin, dinletin.
Der Laplacescher Dämon //

laplace ın şeytanı nedir?
tümevarım mantığı, bu teoremin temelidir. kısaca elindekinin ne olduğunu tam olarak bilirsen, olasılık diye bir şey kalmaz, sonucu kesin olarak bulursun. diyelim ki elimizde bir silah ve karşımızda vurmamız gereken, kurşunun özdeşi büyüklükte bir hedef var. hedefi vurmamızı ,kurşunun ilerleme açısı, namludan çıkış hızı, rüzgar, yer çekimi, titreşim gibi faktörler etkileyecektir. ortamdaki bütün bu etmenleri hesaplayabilirsek, kurşun un gideceği yönü kesin olarak bulabilir, hedefi yüzde 100 ihtimal ile tutturabiliriz. aynı şekilde bunu bütün dünyaya yayar isek, yani bütün ihtimalleri göz önüne alacak bir denklem yapabilirsek, denklemi sıfıra eşitleyerek gelecekteki her olayın zamanını bulabiliriz.
schrödinger in kedisi, aslında bu teoremi tam olarak çürütmez, çünkü laplace ın şeytanı etmenleri hesaplarken kesin sonuçlar alma üzerine kurulmuştur. yani bir problemi çözerken çözümün sadece önümüzdeki parçalardan çıkabileceğini esas alır. bir evin çatısına çıkmak için elimizde sadece biraz tahta ve ip varsa, etraftan başka parçalar bulup bir mancınık yapmak yerine, bir merdiven yapmak gibi. oysa schrödinger, teorisini kuantum fiziğinin göreleliği üzerine kurmuştur.
teoriyi büyük çaplı uygulamak istediğimizde ise bir paradoks ile karşılaşırız. bunun sebebi, gözlemcinin problemin bir parçası haline gelmesidir. dünyadaki bütün insanların hareketleri, düşünceleri, harcadıkları enerji gibi maddeler üzerinden geleceği hesaplamaya çalışan birisini düşünelim. çalışmasına kendisini de katmak zorundadır, ancak denklemde ne kadar ilerlerse, denklemde yaratacağı etki o kadar fazla olacağı için, aynı sonsuza yakınsayan bir f(x) fonksiyonu gibi sonuca asla ulaşamayacak, ancak hata payı içerisinde bir değer bulacaktır.

21 Şubat 2011 Pazartesi
Deneme //
aslında yarım kalan şeylere devam etmektir beklemek. insan o yüzden sevmez beklemeyi, kendisiyle baş başa kalmayı. anıları aklına gelmeye başladıkça, ya düşünemeyecek kadar acı verdiğini, ya da düşünmenin yetmediğini görür. hissetmek, tatmak, görmek, duymak ister, ya da tamamen silmek, unutmak, kafasındaki boşluğun içine gömmek ister anılarını. kendisi ile baş başa kalınca anlar ki, onlardan başka bir şeyi yok dünyada. insan doğduğunda yanında annesi vardır, hayatı süresince bir sürü insan geçer önünde, kimi iz bırakır, kimi önemsiz. son dakika geldiğinde ise, bir hastane odasında, kendi yatağında, bambaşka bir yerde yalnız başınadır. yalnız ölür insan, nasıl ki hayatı boyunca ona en yakın olanlar aklının içindekiler olmuşsa, o anda da başka bir şeyi yoktur.
15 Şubat 2011 Salı
Bir Şuh i Sitemkar //

bir şuh-i sitemkâr yine saldı beni derde
koydu nitekim başımı bin türlü kederde
ağlar gezerim her gece, her vakt-i seherde
sevdim seveli terk edemem hayr ile şerde
bir misl-i melek, zat-ı peri hüsn-ü beşerde
gül bülbüle aşık mı nedir, zârını bekler
pervane dahi yanmak için nârını bekler
sevdalı gönül göz yorarak yarını bekler
sevdim seveli terk edemem hayr ile şerde
bir misl-i melek, zat-ı peri hüsn-ü beşerde
13 Şubat 2011 Pazar
Das Zitat - 1 //
hayata giren yanlış kişilerin öğrettikleri;
her gidişin bir dönüşü olduğudur. her şey için bu böyledir. her giden geri gelir. eninde sonunda kürkçü dükkanısındır onlar için. onlar kafalarında dönüp dolaşan kırk tilkiyle uğraşa uğraşa tilki olmuşlardır, sen de kürkçü dükkanı. bu abuk subuk davranan arkadaş için de geçerlidir, anne baba için de, sevgili için de. herkes döner, her şey geri gelir. ama artık sen, eski sen olmazsın. eski dostun seni sattı diye içtiğin antidepresanlar büyütmüştür biraz, biraz annenden babandan gelen hak etmediğin tepkiler, biraz da aslında bir hiç olan insanların ezici egoları seni kendine getirir gün be gün.
bir yerden sonra insanlardan sürekli duyduğun "takma kafana ya" cümlesinin ne kadar önemli olduğunu anlarsın. insanlar çoğu zaman hatalarından ders almazlar. onlar aynılarını yaşayana kadar, yaşattırdıklarını görmezler. bu yüzden yavaş yavaş güçlü taklidi yapa yapa güçlü olmayı öğrenirsin. bu hayatta kimseye kalmayacağını anlarsın. her şeyin sende bittiğini görürsün. gösterirler çünkü. sığınacak birini aradığında öz annen bile sana sırtını dönüyorsa, o zaman bazı şeyleri idrak etmeye başlarsın. sağlığını kaybedene kadardır. sağlığını kaybettiğin an "sikerler" dersin ve hayatına devam edersin umursadıklarını bir kenara bırakarak.
car car konuşmayı, hakkını aramayı, insanlar ne kadar konuşsa da doğru bildiğinden emin olduğun an yolundan sapmamayı öğrenirsin. insanlar sana "bu da hiç susmuyor" derken, sen aslında içindekileri kusuyorsundur. anlamazlar. nasıl anlasınlar ki? onlar da bilemez.
hayatta kimseyle her şeyini paylaşmaman gerektiğini öğrenirsin. en sevdiğinle bile. canınla da, kanınla da. eninde sonunda gelir götüne girer çünkü. yeri gelir merhametsiz olursun, yeri gelir umursamaz, kalpsiz. o yüzden bazı şeyler sadece senin içinde kalmalıdır. sadece senin içinde yaşanmalıdır. dışarıya çok renk verirsen, gün gelir suratına çalarlar her şeyi bir bir.
gidenin arkasından el sallamayı öğrenirsin. bir yerden sonra öyle bir hal alır ki; kimi hatasını anlar geri döner, kiminin umrunda olmaz ama artık senin de umrunda değildir zaten. dönmeyene ağlamazsın. dönenler için de asla eskisi gibi olmazsın, olamazsın. çünkü o bir kere gitmiştir. bırakmıştır.
insanların dediklerine önem vermemenin insanı ne kadar özgür kıldığını görürsün. "ben önemsemiyorum ama ya ailem?" demenin, önemsemekle hiçbir farkı yoktur. hayat senin hayatındır. bunu ne kadar erken idrak edersen o kadar çok yaşarsın. insanların tepkileri çoğu zaman seni yanlış yoldan döndürmek yerine, güzel şeylerden alıkoyar.
kimseye muhtaç olmamak gerektiğini anlarsın. baban her aradığında "yine mi paran bitti?" diye eziyorsa, arkadaşın halini hatrını sormak için iki kelime bir mesaj attığında "noldu, yalnız mı kaldın?" diyebiliyorsa bir yerlerde bir yanlışlık vardır. ya onlarda, ya sende. düzeltmesi kimi zaman elinde olur insanın, kimi zaman da yapacak bir şey yoktur. sürer gider, savaşmak anlamsızdır.
kimsenin anlamsız triplerine prim vermemek gerektiğini görürsün. çünkü sen "pınar nooolduuu?" diye el bebek gül bebek pohpohladıkça karşındakini, o gelir tepene sıçar. hiç gerek yok böyle aksiyonlara.
kolay kolay güvenmemek gerektiğini öğrenirsin. her güvendiğinin ayakkabısının izi kıçında "20. yaş hatırası" gibi durduğundan, ufak ufak çekersin kendini.
ha sonunda ne olur, söyleyeyim: ketum bir insan olursun. açamazsın kendini kolay kolay. en açık göründüğün zaman bile içinde sırlardan, anlatılmaması gerekenlerden kocaman bir kutu kilitli durur. tam böğründe.
ayrıca şimdi yazınca fark ettim, biri benim için "çok açık gibi duruyor ama aslında çok kapalı biri" demişti. şimdi anladım galiba ne demek istediğini.
usako//itüsözlük
her gidişin bir dönüşü olduğudur. her şey için bu böyledir. her giden geri gelir. eninde sonunda kürkçü dükkanısındır onlar için. onlar kafalarında dönüp dolaşan kırk tilkiyle uğraşa uğraşa tilki olmuşlardır, sen de kürkçü dükkanı. bu abuk subuk davranan arkadaş için de geçerlidir, anne baba için de, sevgili için de. herkes döner, her şey geri gelir. ama artık sen, eski sen olmazsın. eski dostun seni sattı diye içtiğin antidepresanlar büyütmüştür biraz, biraz annenden babandan gelen hak etmediğin tepkiler, biraz da aslında bir hiç olan insanların ezici egoları seni kendine getirir gün be gün.
bir yerden sonra insanlardan sürekli duyduğun "takma kafana ya" cümlesinin ne kadar önemli olduğunu anlarsın. insanlar çoğu zaman hatalarından ders almazlar. onlar aynılarını yaşayana kadar, yaşattırdıklarını görmezler. bu yüzden yavaş yavaş güçlü taklidi yapa yapa güçlü olmayı öğrenirsin. bu hayatta kimseye kalmayacağını anlarsın. her şeyin sende bittiğini görürsün. gösterirler çünkü. sığınacak birini aradığında öz annen bile sana sırtını dönüyorsa, o zaman bazı şeyleri idrak etmeye başlarsın. sağlığını kaybedene kadardır. sağlığını kaybettiğin an "sikerler" dersin ve hayatına devam edersin umursadıklarını bir kenara bırakarak.
car car konuşmayı, hakkını aramayı, insanlar ne kadar konuşsa da doğru bildiğinden emin olduğun an yolundan sapmamayı öğrenirsin. insanlar sana "bu da hiç susmuyor" derken, sen aslında içindekileri kusuyorsundur. anlamazlar. nasıl anlasınlar ki? onlar da bilemez.
hayatta kimseyle her şeyini paylaşmaman gerektiğini öğrenirsin. en sevdiğinle bile. canınla da, kanınla da. eninde sonunda gelir götüne girer çünkü. yeri gelir merhametsiz olursun, yeri gelir umursamaz, kalpsiz. o yüzden bazı şeyler sadece senin içinde kalmalıdır. sadece senin içinde yaşanmalıdır. dışarıya çok renk verirsen, gün gelir suratına çalarlar her şeyi bir bir.
gidenin arkasından el sallamayı öğrenirsin. bir yerden sonra öyle bir hal alır ki; kimi hatasını anlar geri döner, kiminin umrunda olmaz ama artık senin de umrunda değildir zaten. dönmeyene ağlamazsın. dönenler için de asla eskisi gibi olmazsın, olamazsın. çünkü o bir kere gitmiştir. bırakmıştır.
insanların dediklerine önem vermemenin insanı ne kadar özgür kıldığını görürsün. "ben önemsemiyorum ama ya ailem?" demenin, önemsemekle hiçbir farkı yoktur. hayat senin hayatındır. bunu ne kadar erken idrak edersen o kadar çok yaşarsın. insanların tepkileri çoğu zaman seni yanlış yoldan döndürmek yerine, güzel şeylerden alıkoyar.
kimseye muhtaç olmamak gerektiğini anlarsın. baban her aradığında "yine mi paran bitti?" diye eziyorsa, arkadaşın halini hatrını sormak için iki kelime bir mesaj attığında "noldu, yalnız mı kaldın?" diyebiliyorsa bir yerlerde bir yanlışlık vardır. ya onlarda, ya sende. düzeltmesi kimi zaman elinde olur insanın, kimi zaman da yapacak bir şey yoktur. sürer gider, savaşmak anlamsızdır.
kimsenin anlamsız triplerine prim vermemek gerektiğini görürsün. çünkü sen "pınar nooolduuu?" diye el bebek gül bebek pohpohladıkça karşındakini, o gelir tepene sıçar. hiç gerek yok böyle aksiyonlara.
kolay kolay güvenmemek gerektiğini öğrenirsin. her güvendiğinin ayakkabısının izi kıçında "20. yaş hatırası" gibi durduğundan, ufak ufak çekersin kendini.
ha sonunda ne olur, söyleyeyim: ketum bir insan olursun. açamazsın kendini kolay kolay. en açık göründüğün zaman bile içinde sırlardan, anlatılmaması gerekenlerden kocaman bir kutu kilitli durur. tam böğründe.
ayrıca şimdi yazınca fark ettim, biri benim için "çok açık gibi duruyor ama aslında çok kapalı biri" demişti. şimdi anladım galiba ne demek istediğini.
usako//itüsözlük
Der Valentinstag
9 Şubat 2011 Çarşamba
Das Goethe Experiment //

madem bu akşam deneylerden başladık, onlardan devam edelim.
bugün (dün) itibariyle Goethe Institut İstanbul daki ilk kuru (A1.1) tamamladım. vize için gerekli olan 'başlangıç seviyesinde almanca' şartını yerine getirdim, artık ellerinde bir şey kalmadı, inşallah vizeyi de alacağım bu sefer.
bundan iki ay önce bu kursa başladığımda, açıkçası tipik bir dil kursundan farklı bir şey beklemiyordum. sadece resimlerini anladığın bir buch, dili öğretmek değil, sadece söyleneni yapmak amacındaki bir lehrerin, 9-10 kişilik bir klasse. hani nedir, ders başlar, arayı iple çekersin çünkü bir şey anlamıyorsundur, çünkü hoca standart bir dil kursu hocasından farklı değildir, seni sıktıkça sıkar, arada tek keyfin bir dal sigara içmek, sonra tekrardan yukarı çıkıp bu sefer bitiş zamanını beklemektir. bunlardan bir tanesinin bile olmaması çok büyük bir artı iken, ilk 1-2 haftadan sonra, ilk kez karşılaşmanın verdiği gerginlik de yok oldu. aslında ilk dersten Pınar hocanın bütün sandalyeleri ortaya aldırıp herkesin ismini biribirine ezberletmesi, [levent] sonra da 'siz' hitabını kullanması, iyi başlangıç işaretleriydi. daha sonra verilen aralarda aşağıda oluşan ''Die Nikotin Gruppe'', sanırım kursun aklımdaki en büyük ön yargısını değiştirdi. haftada sadece 2 gün, toplasan 6-7 saat gördüğüm insanlarla, son 2 ayın en keyifli zamanlarını geçirebileceğimi düşünmemiştim şahsen.
biraz eğitimden, işlevden bahsedeyim. verilen kitap fena değil, zaten ilk kur olduğu için çok temel şeyler gösteriliyor. eğitim kalitesi çok yüksek, hani öğrenmeden geçmezsiniz, zaten alıştırmalar, ikili diyaloglar ve anektodlarla ders pekiştiriliyor. buraya kadar standart bir kursa 'iyi' diyebileceğimiz özellikleri olsa da, bundan sonra, kendi gözlemlerimden yola çıkarak, benim şansıma denk gelenlerle 'çok iyi' ye yakınsıyor. bunun birinci sebebi Die Lehrerin Pınar Hoca. gerektiğinde dersin ipini biraz serbest bırakarak geçen iki ayı 'orjinal ve basmakalıp' bir dil kursundan çok farklı bir havaya sokabildi. 21-25 yaş aralığında değişen 14 kişiyi dersin her anı ilgili tutmak gerçekten zor bir işti, ama o bunu başardı. üstelik, kendi kelimeleriyle , en sevmediği kur olan A1.1 i işlerken, bundan kendisi de keyif alarak yaptı bu işi.
diğer sebep, sınıfın ortamı. sanırım çoğunluğu üniversite öğrencisi olduğu için, benim açımdan ilişki kurabilmem kolay oldu, 3 tane YTÜ lü vardı zaten. İlk haftadan itibaren, aşağıda sigara içerken tanıştığım Ali ve Kanan ile muhabbet güzel oluyordu. Pınar Hoca nın da orada olması, daha sonra Deniz in de katılımıyla, sınıftakinden hariç, bir tanışma fırsatı, o havadaki gerginliği 2. haftadan itibaren kırdı. U şeklinde yerleşimden dolayı gruplaşmalar olması normal, bunun kırılıp da herkesin katılımının sağlanması, çoğu gün zamanın nasıl geçtiğini anlayamamayı beraberinde getirdi.o gergin hava kırılıp, herkes biribiriyle az-buz tanışınca, cevap vermedeki tereddüt de kayboldu, bu da herkes için öğrenim sürecini hızlandırdı.
bitime 2 hafta kala yapılan sanat ve son hafta yapılan starbucks ve mavi içmecesi de bunun tuzu biberi oldu. açıkçası kursa başladığımda iyi arkadaşlar edineceğimi hiç düşünmemiştim. ama şimdi düşünüyorum da, bu haftasonu da bir şeyler ayarlayabilirim. cumartesi mesela. saat akşam 7 de. okuyun burayı bak, aşağıda bir daha yazıcam. cumartesi akşam saat 7 de, taksim de buluşulacak. büke, efe ye haber ver, bursa dan dönmüş olursa o da gelsin.
uzun lafın kısası, kurs güzeldi. şimdi bir şey söyleyecem, gülen olmasın, aynısından Almanya da da bir tane yapma fikri, kötü fikir değil. 'Facebook unuz olsa event açardık ahaha' şeklinde, türk filmlerindeki platin saçlı kötü kadın gibi gülen Tuğçe ye inat, burayı buluşma için organizasyon merkezi yapma planı var aklımda. Bakalım, istersek oluyor mu hakikaten. Bu kadar da uzun vadeli bir insanımdır.
dikkat: cumartesi günü saat 7 de herkes Taksim meydandaki metro çıkışının orada olsun. ben çeyrek kala falan orada olup beklemeye başlarım, kimse gelmezse arar rahatsız ederim. güleç göründüğüme bakmayın, sinirli bir insanım, adamı hasta etmeyin.
ek 2: Pınar hocam, programınız uygunsa sizi de mutlaka görmek isteriz aramızda.
Das Milgram Experiment //
1946 da Nürnberg de mahkeme kurulduğunda, insanlıkla alakaları kalmamış Nazi lerin çoğu, sadece emirleri uyguladıklarını, suçsuz olduklarını ileri sürmüşlerdi. Ailesi toplama kamplarında kaybolmuş Stanley Milgram, 1963 yılında bu insanların gerçekten doğruyu söyleyip söylemediklerini bilmek istedi. Sonuç, insanoğlunun aslında göründüğünden çok daha korkunç bir varlık olduğunu belgeler nitelikteydi.

insanların emirlere ne derece itaat ettiklerini ölçmek amacıyla yapılmış hayli ilginç bir deney, Milgram Deneyi.
bu deney üçer kişiden oluşan gruplar halinde tekrarlanmıştır. gruplar bir deney gözlemcisi(yöneticisi), ve iki denekten oluşmaktaydı. daha doğrusu denekler bu deneyi bir deney gözlemcisi ve iki denekten oluşan "cezanın öğrenme üzerindeki etkisi"ni test eden bir deney sanmaktaydılar. hâlbuki denek görünümlü kişilerden bir tanesi aslında aktördü. içlerinden bir tanesi aktör olan bu deneklere deney öncesinde üzerlerinde "öğretmen" yazan iki kâğıt dağıtılıyordu, kâğıdı alan aktör, sanki kendisine "öğrenci" yazılı kâğıt çıkmış gibi rol yapıyordu. böylece gerçek deneğin her seferinde tesadüf eseri "öğretmen" rolüne geldiğine inanması sağlanıyordu. buradaki hedef deneklerin az sonra işkence yapacakları kişinin yerine kendilerini koyarak "eğer bana 'öğrenci' kâğıdı çıkmış olsaydı, şimdi bana işkence yapılıyor olurdu" şeklinde düşünmelerini sağlamaktı. daha sonra bu iki(!) denek, birbirlerini duyabilecekleri ancak göremeyecekleri odalara alınıyordu. gerçek deneğin bulunduğu odada "öğrenci"ye maksimum 450 voltluk elektroşok verebilecek bir şalter bulunmaktaydı.

deneğe deney öncesinde 45 voltluk gerçek bir elektrik verilerek öğrenciye vereceği elektrik şoku hakkında bilgi sahibi olması sağlanıyordu. denekten kendisine verilen kâğıttaki belirli kelime çiftlerini önce sırayla okuması, daha sonra okuduğu sözcük çiftlerinin ilk parçasını okuyup ikinci çift için 4 şık okuması istenmişti. "öğrenci" eğer cevabı doğru tahmin edemezse, denek şalteri indirerek ona elektrik şoku veriyordu. yanlış cevap verildikçe elektriğin şiddeti 15 volt artıyor, doğru cevap verildiğinde ise yeni soruya geçiliyordu. tabii ki deneğin indirdiği şalterin aslında hiçbir fonksiyonu bulunmamaktaydı. deneklerin şalteri getirdikleri şiddete göre deneklere 75 volttan sonra daha önceden kaydedilmiş acı çekme, çığlık sesleri deneğe dinletiliyordu. 150 voltta "öğrenci" deneyden artık çıkmak istediğini haykırıyordu. 200'de damarlarındaki kanın artık donduğunu söylüyordu. 300'ün üzerindeki voltajlara öğrenci daha fazla tepki vermiyordu. bu durumda yine de deneğin soruları sormaya devam etmesi ve cevap alamadığı her soru için elektrik şiddetini nihayet 450v'ye kadar artırması gerekiyordu. denekler eğer deneyi durdurma eğilimi gösterirlerse sırasıyla deney yöneticisi tarafından şu sözlerle uyarılıyorlardı:
1. lütfen devam ediniz.
2. bu deney devam etmenizi gerektirmektedir.
3. kesinlikle devam etmelisiniz.
4. başka seçeneğiniz yok devam etmek zorundasınız.

denek bu dört uyarı sonrasında hala deneyi durdurmadaki ısrarını sürdürüyorsaysa ya da 450 voltluk elektrik şoku 3 kez uygulanmışsa deney sona erdiriliyordu.
deneyden önce oranları %1-2 arasında değişen sadist eğilimli denekler dışında hiçkimsenin 450 voltluk elektriği uygulayamayacağı bilim adamları tarafından tahmin edilmekteydi. ancak sonuçlar oldukça şaşırtıcı oldu:
deneye katılan 40 kişiden 26'sı bu deneyi sonuna kadar götürüp 450 voltluk elektriği verdiler.
deneye katılanlardan hiçbiri 300 volta kadar deneyi bırakmadı.
bu deneyin bir versiyonunda deneğin kararını değiştirmede iş partnerlerinin etkisini ölçmek amacıyla deneğin yanına bir veya iki tane daha anlaşmalı aktör "öğretmen" daha konuldu. bu aktörler verilen emirleri reddediyordu. bu şartlar altında 40 deneğin yalnızca 4'ü en yüksek seviyede elektriği uyguladılar.
kadınlardan oluşan deneklerde de sonuçlar değişmedi, ancak kadın deneklerin daha stresli oldukları gözlendi.
[alıntıdır]

insanların emirlere ne derece itaat ettiklerini ölçmek amacıyla yapılmış hayli ilginç bir deney, Milgram Deneyi.
bu deney üçer kişiden oluşan gruplar halinde tekrarlanmıştır. gruplar bir deney gözlemcisi(yöneticisi), ve iki denekten oluşmaktaydı. daha doğrusu denekler bu deneyi bir deney gözlemcisi ve iki denekten oluşan "cezanın öğrenme üzerindeki etkisi"ni test eden bir deney sanmaktaydılar. hâlbuki denek görünümlü kişilerden bir tanesi aslında aktördü. içlerinden bir tanesi aktör olan bu deneklere deney öncesinde üzerlerinde "öğretmen" yazan iki kâğıt dağıtılıyordu, kâğıdı alan aktör, sanki kendisine "öğrenci" yazılı kâğıt çıkmış gibi rol yapıyordu. böylece gerçek deneğin her seferinde tesadüf eseri "öğretmen" rolüne geldiğine inanması sağlanıyordu. buradaki hedef deneklerin az sonra işkence yapacakları kişinin yerine kendilerini koyarak "eğer bana 'öğrenci' kâğıdı çıkmış olsaydı, şimdi bana işkence yapılıyor olurdu" şeklinde düşünmelerini sağlamaktı. daha sonra bu iki(!) denek, birbirlerini duyabilecekleri ancak göremeyecekleri odalara alınıyordu. gerçek deneğin bulunduğu odada "öğrenci"ye maksimum 450 voltluk elektroşok verebilecek bir şalter bulunmaktaydı.

deneğe deney öncesinde 45 voltluk gerçek bir elektrik verilerek öğrenciye vereceği elektrik şoku hakkında bilgi sahibi olması sağlanıyordu. denekten kendisine verilen kâğıttaki belirli kelime çiftlerini önce sırayla okuması, daha sonra okuduğu sözcük çiftlerinin ilk parçasını okuyup ikinci çift için 4 şık okuması istenmişti. "öğrenci" eğer cevabı doğru tahmin edemezse, denek şalteri indirerek ona elektrik şoku veriyordu. yanlış cevap verildikçe elektriğin şiddeti 15 volt artıyor, doğru cevap verildiğinde ise yeni soruya geçiliyordu. tabii ki deneğin indirdiği şalterin aslında hiçbir fonksiyonu bulunmamaktaydı. deneklerin şalteri getirdikleri şiddete göre deneklere 75 volttan sonra daha önceden kaydedilmiş acı çekme, çığlık sesleri deneğe dinletiliyordu. 150 voltta "öğrenci" deneyden artık çıkmak istediğini haykırıyordu. 200'de damarlarındaki kanın artık donduğunu söylüyordu. 300'ün üzerindeki voltajlara öğrenci daha fazla tepki vermiyordu. bu durumda yine de deneğin soruları sormaya devam etmesi ve cevap alamadığı her soru için elektrik şiddetini nihayet 450v'ye kadar artırması gerekiyordu. denekler eğer deneyi durdurma eğilimi gösterirlerse sırasıyla deney yöneticisi tarafından şu sözlerle uyarılıyorlardı:
1. lütfen devam ediniz.
2. bu deney devam etmenizi gerektirmektedir.
3. kesinlikle devam etmelisiniz.
4. başka seçeneğiniz yok devam etmek zorundasınız.

denek bu dört uyarı sonrasında hala deneyi durdurmadaki ısrarını sürdürüyorsaysa ya da 450 voltluk elektrik şoku 3 kez uygulanmışsa deney sona erdiriliyordu.
deneyden önce oranları %1-2 arasında değişen sadist eğilimli denekler dışında hiçkimsenin 450 voltluk elektriği uygulayamayacağı bilim adamları tarafından tahmin edilmekteydi. ancak sonuçlar oldukça şaşırtıcı oldu:
deneye katılan 40 kişiden 26'sı bu deneyi sonuna kadar götürüp 450 voltluk elektriği verdiler.
deneye katılanlardan hiçbiri 300 volta kadar deneyi bırakmadı.
bu deneyin bir versiyonunda deneğin kararını değiştirmede iş partnerlerinin etkisini ölçmek amacıyla deneğin yanına bir veya iki tane daha anlaşmalı aktör "öğretmen" daha konuldu. bu aktörler verilen emirleri reddediyordu. bu şartlar altında 40 deneğin yalnızca 4'ü en yüksek seviyede elektriği uyguladılar.
kadınlardan oluşan deneklerde de sonuçlar değişmedi, ancak kadın deneklerin daha stresli oldukları gözlendi.
[alıntıdır]
8 Şubat 2011 Salı
Alt //

eski sevgili ne biliyor musun? bak anlatayım;
biriyle tanışırsın, güler eğlenirsin, o da karşılık verir, göz kırparsın gülümser, bir şey söylersin, cevap verirken tereddüt eder falan filan. sonra başlarsınız bir şeye, işte günler, haftalar, aylar geçer. sonra bir gün biter, bok gibi biter, biraz bok gibi biter, saçma sapan biter, ama biter. dövme değil bu kalsın kolunda ki o bile çıkıyor, biter işte bir türlü. sonra sen kaldığın yerden devam edersin demek lazım ama zaten bir şeyler kalmamıştır aslında. sen farkedememişsindir, aslında her şey aynı şekilde devam ediyordur, sen sadece merkezini değiştirmişsindir, sonra eski düzene dönmek biraz acı verir, o kadar.
masanın üstüne bakarsın. dağınıktır, telefon, cüzdan, pasaport artık neyse, onlardan biri gözüne ilişir. sonra nereden estiyse, cüzdanına koyduğun fotoğrafları aklına gelir. ne alaka di mi şimdi? gelir o, olur öyle. açarsın cüzdanı, bir zamanlar onun fotoğrafını koyduğun yerde şimdi para falan vardır (para varsa iyi yine). gözüne telefon ilişir, 1.5 yıldır almadığın 1000 lik paket mesajlar gelir aklına. sonra telefonu eline alırsın, rehberi bir gözden geçirirsin, işte adı her neyse onun harfine gelince biraz yavaşlar, tam onun olduğu yerde biraz durursun. mesajları açarsın, bakarsın işte onlara. hala mesajlarını saklıyorsan onları okursun işte bir kaç kere -malsın demektir, o ayrı-. sonra elinde bir iki kere çevirip masaya geri koyarsın telefonu. benim masamdaki küçük çerçevede de bir resmi vardı ama sonra çerçeveyi bir yere kaldırdım, olsa onda da aklına gelirdi ama.

dışarı çıkarsın, çok yakın bir arkadaşın evine gideceksindir mesela o akşamlık. beşiktaş tan otobüse binersin, oradan kaç defa beraber yukarı çıktığınızı hatırlarsın. ama bu çok değil, nihayetinde bir çok kez kullandın sen bunları, sadece ona ait bir şey yok içinde. ama bak, zincirlikuyu ya çıkınca bir daha gelir aklına. 1.5 yılda sadece 2 defa bindiğin metrobüs e bakınca hatırlarsın işte bir şeyler. ama bak bu arada metrobüs e binmemek için 3-4 araç değiştirerek gittiğin günleri hatırlarsın, gülersin biraz. o kargaşayı, duraklardaki insanların arasındaki gölgelerden bir iki bir şey seçersin. olur öyle, boşver.
taksim, kadıköy falan zaten allah ın emri. mutlaka gelir aklına bir şeyler. nevizade deki irlanda barı mesela (james joyce), benim aklıma orada gelirdi bir şeyler. senin mutlaka farklı bir yerin vardır. ama şu var ki ,metro çıkışları ve otobüs durakları genelde bu iş için biçilmiş kaftan. bir de istiklal deki tarihi tramvay. hayatımda bir kere bindim zaten, onda da yanımdaydı. neyse, öyle de olur.
demek istediğim, her zaman aklınıza gelebilir bu şahıs. zaten gelsin lan, paylaşılan o kadar şey var ortada. bok gibi bile olsa, sizden bir parça nihayetinde. ha derseniz ki, ben hiç bir şey hatırlamak istemiyorum, olmuyor öyle. iyi, kötü hatırlamak kişini kendi bileceği iş, iyi hatırlayan pek görmedim ama. zaten unutmaya çalışmak beyhude bir çaba oluyor, çok uçan kaçan çapkın değilseniz, hayatınızdan geçen insanları hatırlamak pek zor değil. en güzeli, 'olur öyle' deyip geçmek. çünkü başka bir açıklamaya ihtiyaç yok. yapabiliyorsanız kendinize hemen yeni birisini bulmaya kasmayın. hemen biri çıkarsa karşınıza da, ağırdan alın derim ben. benzin değil bu, bitti mi yenisini doldurasın. biraz zaman verin kendinize, bir sigara yakın, geçmişinizdeki o parçaların iyice muhasebesini yapın. bir kaç iyi arkadaş bu konuda baya yardımcı olur. onların kıymetini bilin.
ha bir de, sigara yakın dedim ama sigaraya başlamayın tekrardan. sürekli zam yapıyorlar, zaten bir süre baya içiyor durumda olacaksınız, iyice cebi deldirmeyin.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)