Arz eyleyin ki cebr ile bir râbıt-ı nihân
Rabt eyledi hayatına ömr-i gaminimi
Arz eyleyin ki oldu muhabbet belâ-yı can
Ta'rif edin teâkub-u âh ü enimini
Arz eyleyin ki etti beni derdi nâtüver
Tasvif edin tebassür-ü kalb-i hazînimi
Arz eyleyin şu halimi, arz eyleyin ona
Dinler de âh! Belki terahhum eder bana
26 Temmuz 2011 Salı
10 Haziran 2011 Cuma
29 Nisan 2011 Cuma
27 Nisan 2011 Çarşamba
Interessant //
Blog dünyası gerçekten de uçsuz bucaksız, hani her şey ile ilgili bir blog bulabilirsiniz gerçekten. Tabi biraz çöplüğe de sebep oluyor bu ama o kadar kusur kadı kızında da olur. Ben de etrafta gördüğüm bloglardaki ilginç paylaşımları artık buradan yayınlayacağım. Gerçekten bayağı ilginç şeyler var buralarda.
Venn Şemasında tehlike diyagramı. İlkokulda bunları gösterseler derslerde başarı oranı artar!
Rock 'n Roll Haritası. Enfes!
Biraz San Fransisco işi gibi ne dersin Buşra
Güney ile Kuzey arasındaki fark dikkat!
Tüm zamanların en güzel filmleri!
Banu Yelkovan ın blog undan.
4 Nisan 2011 Pazartesi
Neue //
blog yazmayı uzun zamandır boşlamışım, formspring de isimsiz bir soru gelince, bir geri döneyim dedim [soruyu soran kim merak ediyorum, çünkü blog u takip eden bir tek o var sanırım, teşekkürlerimi iletiyorum buradan]
en son şubat ta bir şeyler karalamışım. son 1 ayda değişen pek bir şey olmadı. vize için 4 mart ta konsoloslukta randevum vardı, 1 hafta sonra aradığımda Almanya da işlemde olduğunu söylediler. cevap için 4. hafta doldu, bakalım ne gelecek geriye. artık son oyun için korta girdik. 1-2 haftaya kadar gelir herhalde cevap, kısmetse yolculuk görünecek. hayırlısı bakalım.
bütün bunlardan ayrı olarak, bu ara aklımda bir şey var daha var. daha önce kıyısından dönmüş, sonrasında da hiatus tan düşey bir eğri şeklinde ilerlemişti. bakalım bu kez ne olacak. ne de olsa kaybedecek pek bir şey yok.
'P'
fade out //
ek: bir de unutmadan;
Keane / Can't Stop Now
dinleyin, dinletin.
en son şubat ta bir şeyler karalamışım. son 1 ayda değişen pek bir şey olmadı. vize için 4 mart ta konsoloslukta randevum vardı, 1 hafta sonra aradığımda Almanya da işlemde olduğunu söylediler. cevap için 4. hafta doldu, bakalım ne gelecek geriye. artık son oyun için korta girdik. 1-2 haftaya kadar gelir herhalde cevap, kısmetse yolculuk görünecek. hayırlısı bakalım.
bütün bunlardan ayrı olarak, bu ara aklımda bir şey var daha var. daha önce kıyısından dönmüş, sonrasında da hiatus tan düşey bir eğri şeklinde ilerlemişti. bakalım bu kez ne olacak. ne de olsa kaybedecek pek bir şey yok.
'P'
fade out //
ek: bir de unutmadan;
Keane / Can't Stop Now
dinleyin, dinletin.
Der Laplacescher Dämon //

laplace ın şeytanı nedir?
tümevarım mantığı, bu teoremin temelidir. kısaca elindekinin ne olduğunu tam olarak bilirsen, olasılık diye bir şey kalmaz, sonucu kesin olarak bulursun. diyelim ki elimizde bir silah ve karşımızda vurmamız gereken, kurşunun özdeşi büyüklükte bir hedef var. hedefi vurmamızı ,kurşunun ilerleme açısı, namludan çıkış hızı, rüzgar, yer çekimi, titreşim gibi faktörler etkileyecektir. ortamdaki bütün bu etmenleri hesaplayabilirsek, kurşun un gideceği yönü kesin olarak bulabilir, hedefi yüzde 100 ihtimal ile tutturabiliriz. aynı şekilde bunu bütün dünyaya yayar isek, yani bütün ihtimalleri göz önüne alacak bir denklem yapabilirsek, denklemi sıfıra eşitleyerek gelecekteki her olayın zamanını bulabiliriz.
schrödinger in kedisi, aslında bu teoremi tam olarak çürütmez, çünkü laplace ın şeytanı etmenleri hesaplarken kesin sonuçlar alma üzerine kurulmuştur. yani bir problemi çözerken çözümün sadece önümüzdeki parçalardan çıkabileceğini esas alır. bir evin çatısına çıkmak için elimizde sadece biraz tahta ve ip varsa, etraftan başka parçalar bulup bir mancınık yapmak yerine, bir merdiven yapmak gibi. oysa schrödinger, teorisini kuantum fiziğinin göreleliği üzerine kurmuştur.
teoriyi büyük çaplı uygulamak istediğimizde ise bir paradoks ile karşılaşırız. bunun sebebi, gözlemcinin problemin bir parçası haline gelmesidir. dünyadaki bütün insanların hareketleri, düşünceleri, harcadıkları enerji gibi maddeler üzerinden geleceği hesaplamaya çalışan birisini düşünelim. çalışmasına kendisini de katmak zorundadır, ancak denklemde ne kadar ilerlerse, denklemde yaratacağı etki o kadar fazla olacağı için, aynı sonsuza yakınsayan bir f(x) fonksiyonu gibi sonuca asla ulaşamayacak, ancak hata payı içerisinde bir değer bulacaktır.

21 Şubat 2011 Pazartesi
Deneme //
aslında yarım kalan şeylere devam etmektir beklemek. insan o yüzden sevmez beklemeyi, kendisiyle baş başa kalmayı. anıları aklına gelmeye başladıkça, ya düşünemeyecek kadar acı verdiğini, ya da düşünmenin yetmediğini görür. hissetmek, tatmak, görmek, duymak ister, ya da tamamen silmek, unutmak, kafasındaki boşluğun içine gömmek ister anılarını. kendisi ile baş başa kalınca anlar ki, onlardan başka bir şeyi yok dünyada. insan doğduğunda yanında annesi vardır, hayatı süresince bir sürü insan geçer önünde, kimi iz bırakır, kimi önemsiz. son dakika geldiğinde ise, bir hastane odasında, kendi yatağında, bambaşka bir yerde yalnız başınadır. yalnız ölür insan, nasıl ki hayatı boyunca ona en yakın olanlar aklının içindekiler olmuşsa, o anda da başka bir şeyi yoktur.
15 Şubat 2011 Salı
Bir Şuh i Sitemkar //

bir şuh-i sitemkâr yine saldı beni derde
koydu nitekim başımı bin türlü kederde
ağlar gezerim her gece, her vakt-i seherde
sevdim seveli terk edemem hayr ile şerde
bir misl-i melek, zat-ı peri hüsn-ü beşerde
gül bülbüle aşık mı nedir, zârını bekler
pervane dahi yanmak için nârını bekler
sevdalı gönül göz yorarak yarını bekler
sevdim seveli terk edemem hayr ile şerde
bir misl-i melek, zat-ı peri hüsn-ü beşerde
13 Şubat 2011 Pazar
Das Zitat - 1 //
hayata giren yanlış kişilerin öğrettikleri;
her gidişin bir dönüşü olduğudur. her şey için bu böyledir. her giden geri gelir. eninde sonunda kürkçü dükkanısındır onlar için. onlar kafalarında dönüp dolaşan kırk tilkiyle uğraşa uğraşa tilki olmuşlardır, sen de kürkçü dükkanı. bu abuk subuk davranan arkadaş için de geçerlidir, anne baba için de, sevgili için de. herkes döner, her şey geri gelir. ama artık sen, eski sen olmazsın. eski dostun seni sattı diye içtiğin antidepresanlar büyütmüştür biraz, biraz annenden babandan gelen hak etmediğin tepkiler, biraz da aslında bir hiç olan insanların ezici egoları seni kendine getirir gün be gün.
bir yerden sonra insanlardan sürekli duyduğun "takma kafana ya" cümlesinin ne kadar önemli olduğunu anlarsın. insanlar çoğu zaman hatalarından ders almazlar. onlar aynılarını yaşayana kadar, yaşattırdıklarını görmezler. bu yüzden yavaş yavaş güçlü taklidi yapa yapa güçlü olmayı öğrenirsin. bu hayatta kimseye kalmayacağını anlarsın. her şeyin sende bittiğini görürsün. gösterirler çünkü. sığınacak birini aradığında öz annen bile sana sırtını dönüyorsa, o zaman bazı şeyleri idrak etmeye başlarsın. sağlığını kaybedene kadardır. sağlığını kaybettiğin an "sikerler" dersin ve hayatına devam edersin umursadıklarını bir kenara bırakarak.
car car konuşmayı, hakkını aramayı, insanlar ne kadar konuşsa da doğru bildiğinden emin olduğun an yolundan sapmamayı öğrenirsin. insanlar sana "bu da hiç susmuyor" derken, sen aslında içindekileri kusuyorsundur. anlamazlar. nasıl anlasınlar ki? onlar da bilemez.
hayatta kimseyle her şeyini paylaşmaman gerektiğini öğrenirsin. en sevdiğinle bile. canınla da, kanınla da. eninde sonunda gelir götüne girer çünkü. yeri gelir merhametsiz olursun, yeri gelir umursamaz, kalpsiz. o yüzden bazı şeyler sadece senin içinde kalmalıdır. sadece senin içinde yaşanmalıdır. dışarıya çok renk verirsen, gün gelir suratına çalarlar her şeyi bir bir.
gidenin arkasından el sallamayı öğrenirsin. bir yerden sonra öyle bir hal alır ki; kimi hatasını anlar geri döner, kiminin umrunda olmaz ama artık senin de umrunda değildir zaten. dönmeyene ağlamazsın. dönenler için de asla eskisi gibi olmazsın, olamazsın. çünkü o bir kere gitmiştir. bırakmıştır.
insanların dediklerine önem vermemenin insanı ne kadar özgür kıldığını görürsün. "ben önemsemiyorum ama ya ailem?" demenin, önemsemekle hiçbir farkı yoktur. hayat senin hayatındır. bunu ne kadar erken idrak edersen o kadar çok yaşarsın. insanların tepkileri çoğu zaman seni yanlış yoldan döndürmek yerine, güzel şeylerden alıkoyar.
kimseye muhtaç olmamak gerektiğini anlarsın. baban her aradığında "yine mi paran bitti?" diye eziyorsa, arkadaşın halini hatrını sormak için iki kelime bir mesaj attığında "noldu, yalnız mı kaldın?" diyebiliyorsa bir yerlerde bir yanlışlık vardır. ya onlarda, ya sende. düzeltmesi kimi zaman elinde olur insanın, kimi zaman da yapacak bir şey yoktur. sürer gider, savaşmak anlamsızdır.
kimsenin anlamsız triplerine prim vermemek gerektiğini görürsün. çünkü sen "pınar nooolduuu?" diye el bebek gül bebek pohpohladıkça karşındakini, o gelir tepene sıçar. hiç gerek yok böyle aksiyonlara.
kolay kolay güvenmemek gerektiğini öğrenirsin. her güvendiğinin ayakkabısının izi kıçında "20. yaş hatırası" gibi durduğundan, ufak ufak çekersin kendini.
ha sonunda ne olur, söyleyeyim: ketum bir insan olursun. açamazsın kendini kolay kolay. en açık göründüğün zaman bile içinde sırlardan, anlatılmaması gerekenlerden kocaman bir kutu kilitli durur. tam böğründe.
ayrıca şimdi yazınca fark ettim, biri benim için "çok açık gibi duruyor ama aslında çok kapalı biri" demişti. şimdi anladım galiba ne demek istediğini.
usako//itüsözlük
her gidişin bir dönüşü olduğudur. her şey için bu böyledir. her giden geri gelir. eninde sonunda kürkçü dükkanısındır onlar için. onlar kafalarında dönüp dolaşan kırk tilkiyle uğraşa uğraşa tilki olmuşlardır, sen de kürkçü dükkanı. bu abuk subuk davranan arkadaş için de geçerlidir, anne baba için de, sevgili için de. herkes döner, her şey geri gelir. ama artık sen, eski sen olmazsın. eski dostun seni sattı diye içtiğin antidepresanlar büyütmüştür biraz, biraz annenden babandan gelen hak etmediğin tepkiler, biraz da aslında bir hiç olan insanların ezici egoları seni kendine getirir gün be gün.
bir yerden sonra insanlardan sürekli duyduğun "takma kafana ya" cümlesinin ne kadar önemli olduğunu anlarsın. insanlar çoğu zaman hatalarından ders almazlar. onlar aynılarını yaşayana kadar, yaşattırdıklarını görmezler. bu yüzden yavaş yavaş güçlü taklidi yapa yapa güçlü olmayı öğrenirsin. bu hayatta kimseye kalmayacağını anlarsın. her şeyin sende bittiğini görürsün. gösterirler çünkü. sığınacak birini aradığında öz annen bile sana sırtını dönüyorsa, o zaman bazı şeyleri idrak etmeye başlarsın. sağlığını kaybedene kadardır. sağlığını kaybettiğin an "sikerler" dersin ve hayatına devam edersin umursadıklarını bir kenara bırakarak.
car car konuşmayı, hakkını aramayı, insanlar ne kadar konuşsa da doğru bildiğinden emin olduğun an yolundan sapmamayı öğrenirsin. insanlar sana "bu da hiç susmuyor" derken, sen aslında içindekileri kusuyorsundur. anlamazlar. nasıl anlasınlar ki? onlar da bilemez.
hayatta kimseyle her şeyini paylaşmaman gerektiğini öğrenirsin. en sevdiğinle bile. canınla da, kanınla da. eninde sonunda gelir götüne girer çünkü. yeri gelir merhametsiz olursun, yeri gelir umursamaz, kalpsiz. o yüzden bazı şeyler sadece senin içinde kalmalıdır. sadece senin içinde yaşanmalıdır. dışarıya çok renk verirsen, gün gelir suratına çalarlar her şeyi bir bir.
gidenin arkasından el sallamayı öğrenirsin. bir yerden sonra öyle bir hal alır ki; kimi hatasını anlar geri döner, kiminin umrunda olmaz ama artık senin de umrunda değildir zaten. dönmeyene ağlamazsın. dönenler için de asla eskisi gibi olmazsın, olamazsın. çünkü o bir kere gitmiştir. bırakmıştır.
insanların dediklerine önem vermemenin insanı ne kadar özgür kıldığını görürsün. "ben önemsemiyorum ama ya ailem?" demenin, önemsemekle hiçbir farkı yoktur. hayat senin hayatındır. bunu ne kadar erken idrak edersen o kadar çok yaşarsın. insanların tepkileri çoğu zaman seni yanlış yoldan döndürmek yerine, güzel şeylerden alıkoyar.
kimseye muhtaç olmamak gerektiğini anlarsın. baban her aradığında "yine mi paran bitti?" diye eziyorsa, arkadaşın halini hatrını sormak için iki kelime bir mesaj attığında "noldu, yalnız mı kaldın?" diyebiliyorsa bir yerlerde bir yanlışlık vardır. ya onlarda, ya sende. düzeltmesi kimi zaman elinde olur insanın, kimi zaman da yapacak bir şey yoktur. sürer gider, savaşmak anlamsızdır.
kimsenin anlamsız triplerine prim vermemek gerektiğini görürsün. çünkü sen "pınar nooolduuu?" diye el bebek gül bebek pohpohladıkça karşındakini, o gelir tepene sıçar. hiç gerek yok böyle aksiyonlara.
kolay kolay güvenmemek gerektiğini öğrenirsin. her güvendiğinin ayakkabısının izi kıçında "20. yaş hatırası" gibi durduğundan, ufak ufak çekersin kendini.
ha sonunda ne olur, söyleyeyim: ketum bir insan olursun. açamazsın kendini kolay kolay. en açık göründüğün zaman bile içinde sırlardan, anlatılmaması gerekenlerden kocaman bir kutu kilitli durur. tam böğründe.
ayrıca şimdi yazınca fark ettim, biri benim için "çok açık gibi duruyor ama aslında çok kapalı biri" demişti. şimdi anladım galiba ne demek istediğini.
usako//itüsözlük
Der Valentinstag
9 Şubat 2011 Çarşamba
Das Goethe Experiment //

madem bu akşam deneylerden başladık, onlardan devam edelim.
bugün (dün) itibariyle Goethe Institut İstanbul daki ilk kuru (A1.1) tamamladım. vize için gerekli olan 'başlangıç seviyesinde almanca' şartını yerine getirdim, artık ellerinde bir şey kalmadı, inşallah vizeyi de alacağım bu sefer.
bundan iki ay önce bu kursa başladığımda, açıkçası tipik bir dil kursundan farklı bir şey beklemiyordum. sadece resimlerini anladığın bir buch, dili öğretmek değil, sadece söyleneni yapmak amacındaki bir lehrerin, 9-10 kişilik bir klasse. hani nedir, ders başlar, arayı iple çekersin çünkü bir şey anlamıyorsundur, çünkü hoca standart bir dil kursu hocasından farklı değildir, seni sıktıkça sıkar, arada tek keyfin bir dal sigara içmek, sonra tekrardan yukarı çıkıp bu sefer bitiş zamanını beklemektir. bunlardan bir tanesinin bile olmaması çok büyük bir artı iken, ilk 1-2 haftadan sonra, ilk kez karşılaşmanın verdiği gerginlik de yok oldu. aslında ilk dersten Pınar hocanın bütün sandalyeleri ortaya aldırıp herkesin ismini biribirine ezberletmesi, [levent] sonra da 'siz' hitabını kullanması, iyi başlangıç işaretleriydi. daha sonra verilen aralarda aşağıda oluşan ''Die Nikotin Gruppe'', sanırım kursun aklımdaki en büyük ön yargısını değiştirdi. haftada sadece 2 gün, toplasan 6-7 saat gördüğüm insanlarla, son 2 ayın en keyifli zamanlarını geçirebileceğimi düşünmemiştim şahsen.
biraz eğitimden, işlevden bahsedeyim. verilen kitap fena değil, zaten ilk kur olduğu için çok temel şeyler gösteriliyor. eğitim kalitesi çok yüksek, hani öğrenmeden geçmezsiniz, zaten alıştırmalar, ikili diyaloglar ve anektodlarla ders pekiştiriliyor. buraya kadar standart bir kursa 'iyi' diyebileceğimiz özellikleri olsa da, bundan sonra, kendi gözlemlerimden yola çıkarak, benim şansıma denk gelenlerle 'çok iyi' ye yakınsıyor. bunun birinci sebebi Die Lehrerin Pınar Hoca. gerektiğinde dersin ipini biraz serbest bırakarak geçen iki ayı 'orjinal ve basmakalıp' bir dil kursundan çok farklı bir havaya sokabildi. 21-25 yaş aralığında değişen 14 kişiyi dersin her anı ilgili tutmak gerçekten zor bir işti, ama o bunu başardı. üstelik, kendi kelimeleriyle , en sevmediği kur olan A1.1 i işlerken, bundan kendisi de keyif alarak yaptı bu işi.
diğer sebep, sınıfın ortamı. sanırım çoğunluğu üniversite öğrencisi olduğu için, benim açımdan ilişki kurabilmem kolay oldu, 3 tane YTÜ lü vardı zaten. İlk haftadan itibaren, aşağıda sigara içerken tanıştığım Ali ve Kanan ile muhabbet güzel oluyordu. Pınar Hoca nın da orada olması, daha sonra Deniz in de katılımıyla, sınıftakinden hariç, bir tanışma fırsatı, o havadaki gerginliği 2. haftadan itibaren kırdı. U şeklinde yerleşimden dolayı gruplaşmalar olması normal, bunun kırılıp da herkesin katılımının sağlanması, çoğu gün zamanın nasıl geçtiğini anlayamamayı beraberinde getirdi.o gergin hava kırılıp, herkes biribiriyle az-buz tanışınca, cevap vermedeki tereddüt de kayboldu, bu da herkes için öğrenim sürecini hızlandırdı.
bitime 2 hafta kala yapılan sanat ve son hafta yapılan starbucks ve mavi içmecesi de bunun tuzu biberi oldu. açıkçası kursa başladığımda iyi arkadaşlar edineceğimi hiç düşünmemiştim. ama şimdi düşünüyorum da, bu haftasonu da bir şeyler ayarlayabilirim. cumartesi mesela. saat akşam 7 de. okuyun burayı bak, aşağıda bir daha yazıcam. cumartesi akşam saat 7 de, taksim de buluşulacak. büke, efe ye haber ver, bursa dan dönmüş olursa o da gelsin.
uzun lafın kısası, kurs güzeldi. şimdi bir şey söyleyecem, gülen olmasın, aynısından Almanya da da bir tane yapma fikri, kötü fikir değil. 'Facebook unuz olsa event açardık ahaha' şeklinde, türk filmlerindeki platin saçlı kötü kadın gibi gülen Tuğçe ye inat, burayı buluşma için organizasyon merkezi yapma planı var aklımda. Bakalım, istersek oluyor mu hakikaten. Bu kadar da uzun vadeli bir insanımdır.
dikkat: cumartesi günü saat 7 de herkes Taksim meydandaki metro çıkışının orada olsun. ben çeyrek kala falan orada olup beklemeye başlarım, kimse gelmezse arar rahatsız ederim. güleç göründüğüme bakmayın, sinirli bir insanım, adamı hasta etmeyin.
ek 2: Pınar hocam, programınız uygunsa sizi de mutlaka görmek isteriz aramızda.
Das Milgram Experiment //
1946 da Nürnberg de mahkeme kurulduğunda, insanlıkla alakaları kalmamış Nazi lerin çoğu, sadece emirleri uyguladıklarını, suçsuz olduklarını ileri sürmüşlerdi. Ailesi toplama kamplarında kaybolmuş Stanley Milgram, 1963 yılında bu insanların gerçekten doğruyu söyleyip söylemediklerini bilmek istedi. Sonuç, insanoğlunun aslında göründüğünden çok daha korkunç bir varlık olduğunu belgeler nitelikteydi.

insanların emirlere ne derece itaat ettiklerini ölçmek amacıyla yapılmış hayli ilginç bir deney, Milgram Deneyi.
bu deney üçer kişiden oluşan gruplar halinde tekrarlanmıştır. gruplar bir deney gözlemcisi(yöneticisi), ve iki denekten oluşmaktaydı. daha doğrusu denekler bu deneyi bir deney gözlemcisi ve iki denekten oluşan "cezanın öğrenme üzerindeki etkisi"ni test eden bir deney sanmaktaydılar. hâlbuki denek görünümlü kişilerden bir tanesi aslında aktördü. içlerinden bir tanesi aktör olan bu deneklere deney öncesinde üzerlerinde "öğretmen" yazan iki kâğıt dağıtılıyordu, kâğıdı alan aktör, sanki kendisine "öğrenci" yazılı kâğıt çıkmış gibi rol yapıyordu. böylece gerçek deneğin her seferinde tesadüf eseri "öğretmen" rolüne geldiğine inanması sağlanıyordu. buradaki hedef deneklerin az sonra işkence yapacakları kişinin yerine kendilerini koyarak "eğer bana 'öğrenci' kâğıdı çıkmış olsaydı, şimdi bana işkence yapılıyor olurdu" şeklinde düşünmelerini sağlamaktı. daha sonra bu iki(!) denek, birbirlerini duyabilecekleri ancak göremeyecekleri odalara alınıyordu. gerçek deneğin bulunduğu odada "öğrenci"ye maksimum 450 voltluk elektroşok verebilecek bir şalter bulunmaktaydı.

deneğe deney öncesinde 45 voltluk gerçek bir elektrik verilerek öğrenciye vereceği elektrik şoku hakkında bilgi sahibi olması sağlanıyordu. denekten kendisine verilen kâğıttaki belirli kelime çiftlerini önce sırayla okuması, daha sonra okuduğu sözcük çiftlerinin ilk parçasını okuyup ikinci çift için 4 şık okuması istenmişti. "öğrenci" eğer cevabı doğru tahmin edemezse, denek şalteri indirerek ona elektrik şoku veriyordu. yanlış cevap verildikçe elektriğin şiddeti 15 volt artıyor, doğru cevap verildiğinde ise yeni soruya geçiliyordu. tabii ki deneğin indirdiği şalterin aslında hiçbir fonksiyonu bulunmamaktaydı. deneklerin şalteri getirdikleri şiddete göre deneklere 75 volttan sonra daha önceden kaydedilmiş acı çekme, çığlık sesleri deneğe dinletiliyordu. 150 voltta "öğrenci" deneyden artık çıkmak istediğini haykırıyordu. 200'de damarlarındaki kanın artık donduğunu söylüyordu. 300'ün üzerindeki voltajlara öğrenci daha fazla tepki vermiyordu. bu durumda yine de deneğin soruları sormaya devam etmesi ve cevap alamadığı her soru için elektrik şiddetini nihayet 450v'ye kadar artırması gerekiyordu. denekler eğer deneyi durdurma eğilimi gösterirlerse sırasıyla deney yöneticisi tarafından şu sözlerle uyarılıyorlardı:
1. lütfen devam ediniz.
2. bu deney devam etmenizi gerektirmektedir.
3. kesinlikle devam etmelisiniz.
4. başka seçeneğiniz yok devam etmek zorundasınız.

denek bu dört uyarı sonrasında hala deneyi durdurmadaki ısrarını sürdürüyorsaysa ya da 450 voltluk elektrik şoku 3 kez uygulanmışsa deney sona erdiriliyordu.
deneyden önce oranları %1-2 arasında değişen sadist eğilimli denekler dışında hiçkimsenin 450 voltluk elektriği uygulayamayacağı bilim adamları tarafından tahmin edilmekteydi. ancak sonuçlar oldukça şaşırtıcı oldu:
deneye katılan 40 kişiden 26'sı bu deneyi sonuna kadar götürüp 450 voltluk elektriği verdiler.
deneye katılanlardan hiçbiri 300 volta kadar deneyi bırakmadı.
bu deneyin bir versiyonunda deneğin kararını değiştirmede iş partnerlerinin etkisini ölçmek amacıyla deneğin yanına bir veya iki tane daha anlaşmalı aktör "öğretmen" daha konuldu. bu aktörler verilen emirleri reddediyordu. bu şartlar altında 40 deneğin yalnızca 4'ü en yüksek seviyede elektriği uyguladılar.
kadınlardan oluşan deneklerde de sonuçlar değişmedi, ancak kadın deneklerin daha stresli oldukları gözlendi.
[alıntıdır]

insanların emirlere ne derece itaat ettiklerini ölçmek amacıyla yapılmış hayli ilginç bir deney, Milgram Deneyi.
bu deney üçer kişiden oluşan gruplar halinde tekrarlanmıştır. gruplar bir deney gözlemcisi(yöneticisi), ve iki denekten oluşmaktaydı. daha doğrusu denekler bu deneyi bir deney gözlemcisi ve iki denekten oluşan "cezanın öğrenme üzerindeki etkisi"ni test eden bir deney sanmaktaydılar. hâlbuki denek görünümlü kişilerden bir tanesi aslında aktördü. içlerinden bir tanesi aktör olan bu deneklere deney öncesinde üzerlerinde "öğretmen" yazan iki kâğıt dağıtılıyordu, kâğıdı alan aktör, sanki kendisine "öğrenci" yazılı kâğıt çıkmış gibi rol yapıyordu. böylece gerçek deneğin her seferinde tesadüf eseri "öğretmen" rolüne geldiğine inanması sağlanıyordu. buradaki hedef deneklerin az sonra işkence yapacakları kişinin yerine kendilerini koyarak "eğer bana 'öğrenci' kâğıdı çıkmış olsaydı, şimdi bana işkence yapılıyor olurdu" şeklinde düşünmelerini sağlamaktı. daha sonra bu iki(!) denek, birbirlerini duyabilecekleri ancak göremeyecekleri odalara alınıyordu. gerçek deneğin bulunduğu odada "öğrenci"ye maksimum 450 voltluk elektroşok verebilecek bir şalter bulunmaktaydı.

deneğe deney öncesinde 45 voltluk gerçek bir elektrik verilerek öğrenciye vereceği elektrik şoku hakkında bilgi sahibi olması sağlanıyordu. denekten kendisine verilen kâğıttaki belirli kelime çiftlerini önce sırayla okuması, daha sonra okuduğu sözcük çiftlerinin ilk parçasını okuyup ikinci çift için 4 şık okuması istenmişti. "öğrenci" eğer cevabı doğru tahmin edemezse, denek şalteri indirerek ona elektrik şoku veriyordu. yanlış cevap verildikçe elektriğin şiddeti 15 volt artıyor, doğru cevap verildiğinde ise yeni soruya geçiliyordu. tabii ki deneğin indirdiği şalterin aslında hiçbir fonksiyonu bulunmamaktaydı. deneklerin şalteri getirdikleri şiddete göre deneklere 75 volttan sonra daha önceden kaydedilmiş acı çekme, çığlık sesleri deneğe dinletiliyordu. 150 voltta "öğrenci" deneyden artık çıkmak istediğini haykırıyordu. 200'de damarlarındaki kanın artık donduğunu söylüyordu. 300'ün üzerindeki voltajlara öğrenci daha fazla tepki vermiyordu. bu durumda yine de deneğin soruları sormaya devam etmesi ve cevap alamadığı her soru için elektrik şiddetini nihayet 450v'ye kadar artırması gerekiyordu. denekler eğer deneyi durdurma eğilimi gösterirlerse sırasıyla deney yöneticisi tarafından şu sözlerle uyarılıyorlardı:
1. lütfen devam ediniz.
2. bu deney devam etmenizi gerektirmektedir.
3. kesinlikle devam etmelisiniz.
4. başka seçeneğiniz yok devam etmek zorundasınız.

denek bu dört uyarı sonrasında hala deneyi durdurmadaki ısrarını sürdürüyorsaysa ya da 450 voltluk elektrik şoku 3 kez uygulanmışsa deney sona erdiriliyordu.
deneyden önce oranları %1-2 arasında değişen sadist eğilimli denekler dışında hiçkimsenin 450 voltluk elektriği uygulayamayacağı bilim adamları tarafından tahmin edilmekteydi. ancak sonuçlar oldukça şaşırtıcı oldu:
deneye katılan 40 kişiden 26'sı bu deneyi sonuna kadar götürüp 450 voltluk elektriği verdiler.
deneye katılanlardan hiçbiri 300 volta kadar deneyi bırakmadı.
bu deneyin bir versiyonunda deneğin kararını değiştirmede iş partnerlerinin etkisini ölçmek amacıyla deneğin yanına bir veya iki tane daha anlaşmalı aktör "öğretmen" daha konuldu. bu aktörler verilen emirleri reddediyordu. bu şartlar altında 40 deneğin yalnızca 4'ü en yüksek seviyede elektriği uyguladılar.
kadınlardan oluşan deneklerde de sonuçlar değişmedi, ancak kadın deneklerin daha stresli oldukları gözlendi.
[alıntıdır]
8 Şubat 2011 Salı
Alt //

eski sevgili ne biliyor musun? bak anlatayım;
biriyle tanışırsın, güler eğlenirsin, o da karşılık verir, göz kırparsın gülümser, bir şey söylersin, cevap verirken tereddüt eder falan filan. sonra başlarsınız bir şeye, işte günler, haftalar, aylar geçer. sonra bir gün biter, bok gibi biter, biraz bok gibi biter, saçma sapan biter, ama biter. dövme değil bu kalsın kolunda ki o bile çıkıyor, biter işte bir türlü. sonra sen kaldığın yerden devam edersin demek lazım ama zaten bir şeyler kalmamıştır aslında. sen farkedememişsindir, aslında her şey aynı şekilde devam ediyordur, sen sadece merkezini değiştirmişsindir, sonra eski düzene dönmek biraz acı verir, o kadar.
masanın üstüne bakarsın. dağınıktır, telefon, cüzdan, pasaport artık neyse, onlardan biri gözüne ilişir. sonra nereden estiyse, cüzdanına koyduğun fotoğrafları aklına gelir. ne alaka di mi şimdi? gelir o, olur öyle. açarsın cüzdanı, bir zamanlar onun fotoğrafını koyduğun yerde şimdi para falan vardır (para varsa iyi yine). gözüne telefon ilişir, 1.5 yıldır almadığın 1000 lik paket mesajlar gelir aklına. sonra telefonu eline alırsın, rehberi bir gözden geçirirsin, işte adı her neyse onun harfine gelince biraz yavaşlar, tam onun olduğu yerde biraz durursun. mesajları açarsın, bakarsın işte onlara. hala mesajlarını saklıyorsan onları okursun işte bir kaç kere -malsın demektir, o ayrı-. sonra elinde bir iki kere çevirip masaya geri koyarsın telefonu. benim masamdaki küçük çerçevede de bir resmi vardı ama sonra çerçeveyi bir yere kaldırdım, olsa onda da aklına gelirdi ama.

dışarı çıkarsın, çok yakın bir arkadaşın evine gideceksindir mesela o akşamlık. beşiktaş tan otobüse binersin, oradan kaç defa beraber yukarı çıktığınızı hatırlarsın. ama bu çok değil, nihayetinde bir çok kez kullandın sen bunları, sadece ona ait bir şey yok içinde. ama bak, zincirlikuyu ya çıkınca bir daha gelir aklına. 1.5 yılda sadece 2 defa bindiğin metrobüs e bakınca hatırlarsın işte bir şeyler. ama bak bu arada metrobüs e binmemek için 3-4 araç değiştirerek gittiğin günleri hatırlarsın, gülersin biraz. o kargaşayı, duraklardaki insanların arasındaki gölgelerden bir iki bir şey seçersin. olur öyle, boşver.
taksim, kadıköy falan zaten allah ın emri. mutlaka gelir aklına bir şeyler. nevizade deki irlanda barı mesela (james joyce), benim aklıma orada gelirdi bir şeyler. senin mutlaka farklı bir yerin vardır. ama şu var ki ,metro çıkışları ve otobüs durakları genelde bu iş için biçilmiş kaftan. bir de istiklal deki tarihi tramvay. hayatımda bir kere bindim zaten, onda da yanımdaydı. neyse, öyle de olur.
demek istediğim, her zaman aklınıza gelebilir bu şahıs. zaten gelsin lan, paylaşılan o kadar şey var ortada. bok gibi bile olsa, sizden bir parça nihayetinde. ha derseniz ki, ben hiç bir şey hatırlamak istemiyorum, olmuyor öyle. iyi, kötü hatırlamak kişini kendi bileceği iş, iyi hatırlayan pek görmedim ama. zaten unutmaya çalışmak beyhude bir çaba oluyor, çok uçan kaçan çapkın değilseniz, hayatınızdan geçen insanları hatırlamak pek zor değil. en güzeli, 'olur öyle' deyip geçmek. çünkü başka bir açıklamaya ihtiyaç yok. yapabiliyorsanız kendinize hemen yeni birisini bulmaya kasmayın. hemen biri çıkarsa karşınıza da, ağırdan alın derim ben. benzin değil bu, bitti mi yenisini doldurasın. biraz zaman verin kendinize, bir sigara yakın, geçmişinizdeki o parçaların iyice muhasebesini yapın. bir kaç iyi arkadaş bu konuda baya yardımcı olur. onların kıymetini bilin.
ha bir de, sigara yakın dedim ama sigaraya başlamayın tekrardan. sürekli zam yapıyorlar, zaten bir süre baya içiyor durumda olacaksınız, iyice cebi deldirmeyin.
7 Şubat 2011 Pazartesi
Behzat Ç //

hakkında solcuların kurtlar vadisi gibi benzetmeler yapılıyor.
(başlamadan önce, diziyi hiç kaçırmam, izlediğim yegane türk dizisidir ama bu kadar skimsonik bir benzetme duymamıştım daha önce, hakkını vereyim.)
`behzat ç` nin sol literatüre aitmiş gibi görünmesi, aslında ülkemizdeki 'sol' kavramının ne halde olduğunu gösteriyor. televizyondan, internetten daha doğrusu görsel medyadan o kadar çok yozlaştırıcı metaya maruz kalıyoruz ki, insanlar artık neyin neyi temsil ettiğinin farkında bile değiller. türk telekom arena da adnan polat a tepki olarak başlayan hareket bir anda hükümet eleştirisine dönüyor, sonra bir taraftar grubu [ismi lazım değil] çıkıp, bir anda farklı bir boyut kazanan protestoyu eleştiriyor. haklı veya haksız, yerli veya yersiz bir şekilde, yapılan iş evrimleşerek olduğundan çok farklı bir hal alıyor. sadece para kazanmak için yapılan bir dizi, bir anda toplumsal fenomene dönüşerek etrafta mini polatların, mematilerin oluşmasını sağlıyor, başka bir karakter insan içinde yapılması 'ayıp' davranışları izleyiciye güldürü mizahı olarak sunuyor ve kemal sunal ın tahtına aday gösteriliyor, koskoca kanuni sultan süleyman ın hayatını anlatmaya kalkışan ama bi boka benzemeyen bir dizi, sırf erotizm sosuyla ülkenin en çok tartışılan maddelerinden biri haline geliyor, vs. bu örnekler çoğaltılabilir, ama anlatmak istediğim nokta anlaşıldı sanıyorum. büyük oranda salt bir reyting ve para kazanma amaçlı yapılan bu diziler, toplumdaki çürümüş değer yargılarıyla, olduklarından farklı anlamlar kazanıyor ve bir süre sonra onlarla beraber anılmaya başlanıyor.
behzat ç ye geri dönersek, bu benzetmenin sebeplerine bakalım. karşılaştırılan diziyi bilen bilir. hamasi bir vatansever edebiyatı üzerinden, uyuşturucu kaçakçılığından haraca, cinayetten çıkar amaçlı suç örgütü kurmaya türk ceza hukukunda [ya da dünyanın çoğu yerinde] çok ağır suç kapsamına girebilecek eylemlerde bulunan insanlar kahraman olarak öne sürülüyor. 'ben iki şey için ölürüm, biri vatan diğeri elif' gibi ne idüğü belirsiz bir cümle ile ekran karşısındaki türk izleyicisinin çoğunluğunun tipik mihenk taşlarına (tarihten gelen anlamsız bir milliyetçilik ve namus kavramı) nokta atışlar, toplumda bulunan 'chaotic good' hayranlığını beslemeler. işe yarıyor, hakkını verelim. dizinin alt metnine baktığımız zaman, karşımıza çıkan karakterler, çarpıklıklar ve çelişkiler, bu maskenin ardında kolayca gizlenebiliyor. bu noktadan, kurtlar vadisi senaristlerini tebrik etmek gerekir, hakikaten iyi iş çıkartıyorlar. baksanıza, tavuk keser gibi adam öldüren uyuşturucu kaçakçısı bir katili, iş yerlerinden haraç toplayan bir mafya babasını bile türk toplumunun örnek aldığı bir karaktere dönüştürebildiler.
bir polis, hem de anlatımı son derece gerçekçi olan bir polis. sorguda zanlılara köpek gibi davranan, önce vurup sonra soran bir baş komiser. 'ulan ben şu memlekette bir tane solcuyla kavga etmeden konuşamayacak mıyım lan?', 'gel sen vazgeç şu şikayet işinden, bir şey çıkmaz ondan' cümlelerini kuran bir adam. ama aynı zamanda bir baba, solcu bir genç öldürüldüğü zaman, işin siyasi boyutuna bakmadan, sadece onun da bir anası, babası vardır diye işin sonuna kadar giden bir adam. 'senin o çocuğun ablasından istediğini istemiştir lan' diyerek, aslında hepimizin aklındakini söyleyebilen bir adam. işte bu yüzden çok fazla tutuluyor, izleniyor. sol falan değil bu dizi. bizden sadece, o kadar. haberlerde bir çocuk ölümü gördüğünde, hiç tanımasa bile ekran karşısında ağlayan insanları, arkadaşıyla kavga ettiği zaman iki bira alıp 'ya abi kusura bakma' deyip, sarılıp barışan insanları, 'hayatımın amına koydun baba' diye bağırıp, gidip babasına sarılan oğulları anlatıyor aslında. fazla da bir şey yapmıyor, bir eve girdiği zaman, kravatını düzeltip bacak bacak üstüne atmıyor, bağdaş kurup somyada oturuyor mesela. akşamları evde bilmem ne iskoç viskisi içip, 'karını sevdiğini biliyorsun, neden bunu kendine itiraf etmiyorsun şevket' demiyor mesela, rakısını içip 'saçma sapan konuşma abi. sen yine kim bilir ne hayvanlık yaptın da o kadın bu hale geldi' diyor. zaten yaldızlı olmadığı için, süslü püslü değil, hafif paslı ve salaş olduğu için bu kadar seviliyor. mesleği gereği sokaklarla iç içe bir polisi, gereğinde küfür eden, adam döven birisi olarak göstermenin neresi hatalı? veya kızını kaybetmiş bir adamın, sırf anası için bir çocuğun kendi görüşüne ters siyasi cinayetini aydınlatmayı istemesinin, 'vatanımızı seviyoruz komiserim' diyen taksiciye 'kaçak değil mi lan bu taksi' diye çıkışmanın nesi eksik?
velhasıl kelam, bu dizi solcu falan değildir. sağcı da değildir. herhangi bir siyasi görüşü olduğunu da çok düşünmüyorum ben, verilen mesajlar iki tarafa da giydiriyor yeteri kadar. ama ülkedeki siyaset o kadar pisliğe batmış ki, insanların en ufak duygularından bile, solcu, sağcı, kemalist, dinci, akpli, fettullahçı zartcı zurtcu diye yaftalamaya o kadar alışmışız ki, 'insanlık namına döner bıçağıyla gireyim dedim' behzat ç solcu olurken, 'süleyman peygamber bir gün ... ' diye kıssalar da anlatan kurtlar vadisi sağcı oluyor. solcu denen dizi bir polisi işlerken, sağcı denen dizide ana karakterin babası anadolu erenlerinden bahsediyor.
ekleme: bu arada, harun tekin, google da behzat ç diye arattığımda çıkan resimlerine sıçayım. ilk bölümde göründüğün sahnelere sıçayım. sıfatına sıçayım kısaca. öf be...
30 Ocak 2011 Pazar
Die Technische Universität Yıldız //
ön not: universitat kelimesinin artikeli aslında 'der' dir, der Universitat Bielefeld, der Universitat von Bernoulli gibi. ancak burada nitelenen isim, teknik üniversite [technische universitat] olduğu için, 'die technik' kelimesinin artikeli olan 'die' kullanılmaktadır.
ön not 2 : universitat kelimesinin artikeli 'der' değil, 'die' dir. sadece 'dativ' olduğunda ufak bir değişim olur. her şeyi doğru bilmiyorsun google.

hayatımın 4 yılını geçirdiğim okul. her okul gibi kendi jargonu oluşmuştur, bunlardan bazıları,
yerleşim: bir yıldızlı için hayat, genelde tonoz, orta bahçe, fakülte binası, mimarlık önü, beşiktaş ve taksim arasında geçer. konumu itibariyle istanbul un ortası sayılabilecek bir noktada olduğu için her yere yakındır, her yerden ulaşılabilir. tonoz, kampüsün merkezindedir, etrafında a,b,c, t bloklar ve mimarlık binası ile çevrilidir. orta bahçe ile tonoz arasında süs havuzu, atatürk büstü ve birkaç çardak vardır. iktisat ve işletme fakültesi kampüsün aşağı kısmında, güzel sanatlar ile karşılıklı olarak bulunur

tonoz: yıldız, tonoz demektir, tonoz da yıldız. okulda herhangi bir tanıdığa rastlama olasılığının ya da aradığınız bir kişinin bulunma olasılığı en yüksek yer, tonoz kafedir. genelde okulun sosyal yönden daha aktif, gelir durumu daha iyi olan öğrencilerinin, sol/sağ grupların ve kulüplerin buluşma noktasıdır. kampüsün öğrenci yoğunluğu olarak tam ortasında yer alır, tonoz burger i, harala gürelesi ve kargaşası ile bilinir.
kış bahçesi: tonoz un arka tarafındaki kapalı alandır. yazın ölümüne sıcak olur, kışınsa kalabalık. pek tutulan bir yer değildir, çünkü masaları tek parça ve uzundur. oturması, kalkması zahmetlidir

orta bahçe: tonozdan 1 dakikalık yürüme mesafesindedir. genelde okulun ortalama öğrenci tayfasının takıldığı bir yerdir. tonozdan daha sıcaktır, daha geniştir. süs havuzundan başlar, yemekhane ve cep sinemasına inen merdivenle biter. okulun en rahat yerlerinden bir tanesidir. çayı güzeldir, hele vizeden sonra oturup geyik yapması çok zevklidir. tonoz ile arasındaki en önemli fark, tonozda sürekli bir kalabalık var iken, burada bir sakinlik, bir rahatlama söz konusudur. istanbul ile izmir arasındaki fark kadardır, bu ikisi arasındaki fark.

mimarlık önü: makine, elektrik, elektronik, gemi inşaat mühendisleri için son derece önemli bir kavramdır. çünkü okulun mimarlık fakültesi, bu bölümlerin bulunduğu a,b,c ve t bloklardan ayrı, kampüsün kuzey yakasında konuşlanmıştır. önünde güzel, karolarla kaplı bir bahçesi, bankları ve gayrı resmi bir voleybol sahası bulundurur. burada default bir birinci sınıf mühendislik öğrencisine rastlamanız son derece olasıdır, zaten etrafa attıkları ürkek bakışları, ellerindeki kocaman çizim çantaları ile diğerlerinden ayrılırlar (mimarların elinde genelde silindir şeklinde çantalar vardır)
yemekhane: orta bahçe den merdivenle veya araç kapısından yukarı yürüme yolundan ulaşılabilir. genelde kuyruk olur, 2 ye doğru yemekler biter. kendine has bir akbil hizmeti ile çalışır, önce gidip akbilinizi doldurur, sonra gişeden geçer gibi akbiliniz basıp yemekhaneye girersiniz. (önemli not : her yıldız öğrencisi, acaba yemekhanede akbille aktarma yapabilir miyim sorunsalını yaşar. cevap, yemekhane için doldurduğumuz akbiller, okulun kendi hizmetidir, belediyeyle alakası yoktur, o yüzden kimseye bunu sormayın, rezil olursunuz, üst sınıflar baya dalga geçer)

cep sineması: yemekhanenin karşısındadır. dağcılık kulübü ile aynı binayı paylaşır. yıldız sinema kulübü, türkiye nin en aktif üniversite kulüplerinden birisidir, hemen her ay, özel gösterimleri olur, her sene kısa film festivali olur, şenliklerde özel aktiviteler yapar. güzeldir yani, gidin üye olun. dağcılık kulübü her yıl mimarlığa tırmanıyor diye bir efsane vardı, şahsen ben görmedim ama mount blanc e falan tırmanmışlar, hatta zirvesine tytü bayrağı dikerken çekilen bir resimleri bile var.
t/a blok fotokopiler: kampüste iki tane fotokopici vardır. bunlardan t blok daha işlevsel ama genelde çok daha kalabalıktır. özellikle vize-final haftalarında bazen adım atacak yer bulunmaz. a blok fotokopide sadece 2 tane fotokopi makinesi bulunur, ama alt katında seri fotokopi için özel bir bölümü vardır. çok sayfa çektirecekseniz a blok, sayfa sayınız az ise t blok ideal tercihtir. bir ek bilgi daha, t blok fotokopide avea ve vodafone hatlar bazen çekmeyebiliyor, turkcell de sorun yok. yani orta bahçe ye gittiğinizde 'lan bana çektirmedin mi, mesaj attım lan' gibi cümleler duyabilirsiniz.

hümayun bahçe: okulun şenlik alanıdır. küçük göründüğüne bakmayın, 10.000 kişiye yakın öğrenci aldığı görülmüştür. normal zamanlarda fuar, tanıtım falan olduğunda kullanılır, çoğunlukla boştur. en önemli noktası, içeriden tırmanılabilen, dışarıdan ise 2.5 metre yüksekliğinde kot farkı bulunan duvarlarıdır. sarhoş kafayla konserden hızlı çıkış üstlerine tırmanılmaması, tırmanıldıysa da bir zahmet düşülmemesi tavsiye olunur
basket sahaları: iki tanedir. sportif yaşam gibi bir amacınız varsa, kullanabilirsiniz. şenlik zamanı eğlence ıvır zıvırlarını buraya yığarlar, trambolinde zıplayabilir, solo konser verebilir ya da minderlerde takılabilirsiniz. normal zamanlarda mutlaka burada basket oynayan gençler görülür. içlerinde bazı yarma arkadaşlar bulunabilir.

rektörlük: çok işiniz düşmez buraya. hatta hiç düşmez hemen hemen. sırf gidiş yolu güzeldir diye yazıyorum, yoksa abdülhamit in bilmem ne sarayı olması ve tarihi eser kapsamında olması dışında bir özelliği yoktur. ama rektörlüğe giden yol hakkaten güzeldir, ağaçlarla kaplı, taş döşeli son derece romantik bir ortam vaad eder.
şelale: rektörlüğe giden yolda, sol tarafta kalır. etrafında güzelce çim alanlar vardır. genelde şenliklerde kız arkadaş ile takılınacak sakin ortamlardan bir tanesidir. şelale genelde vanası kapalı durur, yani küçük bir göl ve yükseltiden ibarettir. bu vananın yeri, öğrenciler arasında efsane olarak gezer, herkes farklı bir yeri söyler, çünkü yönetim sürekli yerini değiştirmektedir. vanayı bulup açtığınızda, okulun belki de en sakin, en huzurlu ve sevgili ile takılması en güzel yeri haline gelir.
oditoryum: t bloğun arka tarafında, akışkanlar mekaniği lab ına giderken sağda kalır. konserler için falan kullanılır.
bloklar arası geçiş: yıldız ın en önemli özelliklerinden bir tanesi, t,a,b,c blokları arasında, bahçeye hiç çıkmadan yolculuk yapabilirsiniz. t blok en üst kattaki mavi köprü, sizi a bloğa, a bloktaki merdivenler sizi b bloğa, b lok zemin kattaki giriş de sizi c bloğa bağlar. öğrenmesi kolaydır, tuvaletler arası geçişlerde baya zaman kazandırır.
dersler: zordur ama arka kapı her zaman bulunur. bazı dönemler okulda bir öğrencinin anasını ağlatma festivali düzenlenir, bütün bölüm hocaları ağız birliği etmişcesine öğrenci bırakırlar, sizin bölümünüze denk gelirse üzülmeyin, yapacak bir şey yok, emin olun herkes o dertten muzdariptir. küfür edin, geçin.
hocalar: iyidir, güzeldir. gemi inşaatta, nurten vardar ve ismail bayer, en kral hocalardır.nurten hocanın tersi çok pistir, hem öldürür, hem süründürür. gazabından çok öğrenci korkar ama normalde dünya tatlısı bir insandır.
ve son olarak usis: ders seçim sistemidir. açılımı uğraşma seçemezsin istesende silemezsin veya utanmasam sisteminizin içine sıçardım olarak geçer. her dönem bir kere bunun başında sabahlayacaksınız, kabul edin. exlorer ile girmeyi denemeyin, opera veya chrome çok daha iyi sonuç verir.

her şeyden öte, yıldız türkiye nin en iyi devlet okulları listesinde ilk 5 e, mühendislik için ise ilk 3 e çok rahat girer. eşeklik etmeyip derslerine gerektiği kadar asılan bir öğrenci mezun olduğunda hiçbir itülü, odtülü, boğaziçiliden aşağı kalır durumda değildir, hatta saha tabanlı olduğu için bazı noktalarda ileridedir bile. kedilerin öğrencilerle mutualist bir yaşam sürdüğü, okunabilecek en güzel okullardan birisidir.

hayatımın 4 yılını geçirdiğim okul. her okul gibi kendi jargonu oluşmuştur, bunlardan bazıları,
yerleşim: bir yıldızlı için hayat, genelde tonoz, orta bahçe, fakülte binası, mimarlık önü, beşiktaş ve taksim arasında geçer. konumu itibariyle istanbul un ortası sayılabilecek bir noktada olduğu için her yere yakındır, her yerden ulaşılabilir. tonoz, kampüsün merkezindedir, etrafında a,b,c, t bloklar ve mimarlık binası ile çevrilidir. orta bahçe ile tonoz arasında süs havuzu, atatürk büstü ve birkaç çardak vardır. iktisat ve işletme fakültesi kampüsün aşağı kısmında, güzel sanatlar ile karşılıklı olarak bulunur

tonoz: yıldız, tonoz demektir, tonoz da yıldız. okulda herhangi bir tanıdığa rastlama olasılığının ya da aradığınız bir kişinin bulunma olasılığı en yüksek yer, tonoz kafedir. genelde okulun sosyal yönden daha aktif, gelir durumu daha iyi olan öğrencilerinin, sol/sağ grupların ve kulüplerin buluşma noktasıdır. kampüsün öğrenci yoğunluğu olarak tam ortasında yer alır, tonoz burger i, harala gürelesi ve kargaşası ile bilinir.
kış bahçesi: tonoz un arka tarafındaki kapalı alandır. yazın ölümüne sıcak olur, kışınsa kalabalık. pek tutulan bir yer değildir, çünkü masaları tek parça ve uzundur. oturması, kalkması zahmetlidir

orta bahçe: tonozdan 1 dakikalık yürüme mesafesindedir. genelde okulun ortalama öğrenci tayfasının takıldığı bir yerdir. tonozdan daha sıcaktır, daha geniştir. süs havuzundan başlar, yemekhane ve cep sinemasına inen merdivenle biter. okulun en rahat yerlerinden bir tanesidir. çayı güzeldir, hele vizeden sonra oturup geyik yapması çok zevklidir. tonoz ile arasındaki en önemli fark, tonozda sürekli bir kalabalık var iken, burada bir sakinlik, bir rahatlama söz konusudur. istanbul ile izmir arasındaki fark kadardır, bu ikisi arasındaki fark.

mimarlık önü: makine, elektrik, elektronik, gemi inşaat mühendisleri için son derece önemli bir kavramdır. çünkü okulun mimarlık fakültesi, bu bölümlerin bulunduğu a,b,c ve t bloklardan ayrı, kampüsün kuzey yakasında konuşlanmıştır. önünde güzel, karolarla kaplı bir bahçesi, bankları ve gayrı resmi bir voleybol sahası bulundurur. burada default bir birinci sınıf mühendislik öğrencisine rastlamanız son derece olasıdır, zaten etrafa attıkları ürkek bakışları, ellerindeki kocaman çizim çantaları ile diğerlerinden ayrılırlar (mimarların elinde genelde silindir şeklinde çantalar vardır)
yemekhane: orta bahçe den merdivenle veya araç kapısından yukarı yürüme yolundan ulaşılabilir. genelde kuyruk olur, 2 ye doğru yemekler biter. kendine has bir akbil hizmeti ile çalışır, önce gidip akbilinizi doldurur, sonra gişeden geçer gibi akbiliniz basıp yemekhaneye girersiniz. (önemli not : her yıldız öğrencisi, acaba yemekhanede akbille aktarma yapabilir miyim sorunsalını yaşar. cevap, yemekhane için doldurduğumuz akbiller, okulun kendi hizmetidir, belediyeyle alakası yoktur, o yüzden kimseye bunu sormayın, rezil olursunuz, üst sınıflar baya dalga geçer)

cep sineması: yemekhanenin karşısındadır. dağcılık kulübü ile aynı binayı paylaşır. yıldız sinema kulübü, türkiye nin en aktif üniversite kulüplerinden birisidir, hemen her ay, özel gösterimleri olur, her sene kısa film festivali olur, şenliklerde özel aktiviteler yapar. güzeldir yani, gidin üye olun. dağcılık kulübü her yıl mimarlığa tırmanıyor diye bir efsane vardı, şahsen ben görmedim ama mount blanc e falan tırmanmışlar, hatta zirvesine tytü bayrağı dikerken çekilen bir resimleri bile var.
t/a blok fotokopiler: kampüste iki tane fotokopici vardır. bunlardan t blok daha işlevsel ama genelde çok daha kalabalıktır. özellikle vize-final haftalarında bazen adım atacak yer bulunmaz. a blok fotokopide sadece 2 tane fotokopi makinesi bulunur, ama alt katında seri fotokopi için özel bir bölümü vardır. çok sayfa çektirecekseniz a blok, sayfa sayınız az ise t blok ideal tercihtir. bir ek bilgi daha, t blok fotokopide avea ve vodafone hatlar bazen çekmeyebiliyor, turkcell de sorun yok. yani orta bahçe ye gittiğinizde 'lan bana çektirmedin mi, mesaj attım lan' gibi cümleler duyabilirsiniz.
hümayun bahçe: okulun şenlik alanıdır. küçük göründüğüne bakmayın, 10.000 kişiye yakın öğrenci aldığı görülmüştür. normal zamanlarda fuar, tanıtım falan olduğunda kullanılır, çoğunlukla boştur. en önemli noktası, içeriden tırmanılabilen, dışarıdan ise 2.5 metre yüksekliğinde kot farkı bulunan duvarlarıdır. sarhoş kafayla konserden hızlı çıkış üstlerine tırmanılmaması, tırmanıldıysa da bir zahmet düşülmemesi tavsiye olunur
basket sahaları: iki tanedir. sportif yaşam gibi bir amacınız varsa, kullanabilirsiniz. şenlik zamanı eğlence ıvır zıvırlarını buraya yığarlar, trambolinde zıplayabilir, solo konser verebilir ya da minderlerde takılabilirsiniz. normal zamanlarda mutlaka burada basket oynayan gençler görülür. içlerinde bazı yarma arkadaşlar bulunabilir.

rektörlük: çok işiniz düşmez buraya. hatta hiç düşmez hemen hemen. sırf gidiş yolu güzeldir diye yazıyorum, yoksa abdülhamit in bilmem ne sarayı olması ve tarihi eser kapsamında olması dışında bir özelliği yoktur. ama rektörlüğe giden yol hakkaten güzeldir, ağaçlarla kaplı, taş döşeli son derece romantik bir ortam vaad eder.
şelale: rektörlüğe giden yolda, sol tarafta kalır. etrafında güzelce çim alanlar vardır. genelde şenliklerde kız arkadaş ile takılınacak sakin ortamlardan bir tanesidir. şelale genelde vanası kapalı durur, yani küçük bir göl ve yükseltiden ibarettir. bu vananın yeri, öğrenciler arasında efsane olarak gezer, herkes farklı bir yeri söyler, çünkü yönetim sürekli yerini değiştirmektedir. vanayı bulup açtığınızda, okulun belki de en sakin, en huzurlu ve sevgili ile takılması en güzel yeri haline gelir.
oditoryum: t bloğun arka tarafında, akışkanlar mekaniği lab ına giderken sağda kalır. konserler için falan kullanılır.
bloklar arası geçiş: yıldız ın en önemli özelliklerinden bir tanesi, t,a,b,c blokları arasında, bahçeye hiç çıkmadan yolculuk yapabilirsiniz. t blok en üst kattaki mavi köprü, sizi a bloğa, a bloktaki merdivenler sizi b bloğa, b lok zemin kattaki giriş de sizi c bloğa bağlar. öğrenmesi kolaydır, tuvaletler arası geçişlerde baya zaman kazandırır.
dersler: zordur ama arka kapı her zaman bulunur. bazı dönemler okulda bir öğrencinin anasını ağlatma festivali düzenlenir, bütün bölüm hocaları ağız birliği etmişcesine öğrenci bırakırlar, sizin bölümünüze denk gelirse üzülmeyin, yapacak bir şey yok, emin olun herkes o dertten muzdariptir. küfür edin, geçin.
hocalar: iyidir, güzeldir. gemi inşaatta, nurten vardar ve ismail bayer, en kral hocalardır.nurten hocanın tersi çok pistir, hem öldürür, hem süründürür. gazabından çok öğrenci korkar ama normalde dünya tatlısı bir insandır.
ve son olarak usis: ders seçim sistemidir. açılımı uğraşma seçemezsin istesende silemezsin veya utanmasam sisteminizin içine sıçardım olarak geçer. her dönem bir kere bunun başında sabahlayacaksınız, kabul edin. exlorer ile girmeyi denemeyin, opera veya chrome çok daha iyi sonuç verir.

her şeyden öte, yıldız türkiye nin en iyi devlet okulları listesinde ilk 5 e, mühendislik için ise ilk 3 e çok rahat girer. eşeklik etmeyip derslerine gerektiği kadar asılan bir öğrenci mezun olduğunda hiçbir itülü, odtülü, boğaziçiliden aşağı kalır durumda değildir, hatta saha tabanlı olduğu için bazı noktalarda ileridedir bile. kedilerin öğrencilerle mutualist bir yaşam sürdüğü, okunabilecek en güzel okullardan birisidir.
29 Ocak 2011 Cumartesi
der Faschismus //

"... türk politik-askeri kurulu düzeni, avrupa'nın liberal demokrasisini benimseme konusunda pek olumlu işaretler veriyor denilemez. bunun yerine, onlar cumhuriyet'in ideolojisine ve yapısına yapışmayı tercih ediyor. bu, avrupa'nın faşist dönemlerinde yaşamış olan atatürk'ün hatası değildi elbette; ancak şaşırtıcı bir biçimde onun takipçileri bugün kendilerini türk anayasasından hâlâ var olan otoriter unsurların içine gömüyor, bırakıyor: silahlı kuvvetlere üstünlük tanıma, katı ceza kanunu, yoğun milliyetçilik, saldırgan laiklik, ifade özgürlüğü eksikliği, aşırı merkezcilik, azınlıkları cezalandırma, yargıyı lekeleme, abartılmış legalizm ve kişileri kültleştirme. bu, atatürk'ün anısına haksızlıktır, onun aşırı sadık destekçileri hâlâ türk vatandaşını devletin bir uşağı olarak görüyor -aslında bunun antitezi savaş sonrası batı avrupa demokrasisidir."
andrew duff - financial times
22 Ocak 2011 Cumartesi
Die Liebe //

yüzyılın en büyük pazarlama silahlarından birisine dönüşmüştür.
aşkı anlatan kitaplar, yazılar, şiirler, sözler o kadar çok ki, artık hiç bir anlamı olmadığı, var olan dokusunu yitirdiği söyleniyor. aşk, o kadar ulaşılmaz, o kadar başka bir şeydi ki, herkes ona ulaşmak ister, herkes ona sahip olmak isterdi. uğruna çöller aşılan, saraylar basılan, kiliseler kurulan, dünyalar yıkılan bir şeydi. sahip olamayanların gıptayla baktığı, ona ulaştıkları günün hayalini kurduğu bir şey. kolay mı, bir ömür çöllerde kaybolmuş mecnun leyla için, en sonunda leyla ona geldiğinde 'hayır, sen benim leyla'm değilsin' dedirtebilmiş ona. insanı tamamen kör edebilen, nefesini kesen bir şey. açıklanamayan, adı konamayan. işte bu yüzden aşk a sahip olmak, ''o'' olmak sadece şanslı kişilerin sahip olabileceği bir şeydi.
artık aşk, herkesin ulaşabileceği, sahip olabileceği bir şey haline geldi. kaybedecek hiç bir şeyi olmayanlar, hayatın zerresini tatmamışlar 'aşığım ben, onun için her şeyden vazgeçebilirim' gibi cümleler kurmaya başladılar. birilerinin 40 yıl, 50 yıl koyunlarında sakladığı, ağaçların gövdelerine kazıdığı kelimeler, facebook iletileri olarak paylaşılmaya, 2 haftada 1 değiştirilmeye başlandı. bir yanda biribirilerine 'seni seviyorum' demek için on yıllarca beklemiş olanlar varken, her önüne gelene 'seni seviyorum bebeeem' diyebilenler türedi. aşk, o parıltılı mücevher, herkesin diline doladığı ama kimsenin anlamını bilmediği bir taşa döndü. ağzından çıkan kelimelerin ağırlığının farkında olmayanlar, aşkı tanımlamaya, onu 'aşkım nabeeeerr' gibi cümlelerin içine sığdırmaya başladılar, oysa ki aşk, adamı yataklara düşürür, yeme-içme den kestirir, pranga gibi boğazına sarılırdı. 'lâl oldum ben' diyebilirdin sadece, saçmalar, dibe vurur, o'nun karşısında ellerin titrer, gece aklına geldiğinde uyutmazdı bir zamanlar. şimdi aşıksan başka bedenlerde onun kokusunu arayabiliyorsun, unutman değil bir ömür, bir yıl, bir hafta bile sürmüyor kimi zaman. yeniden aşık olmak bile bir kaç güne sığdırılıyor, bir zamanlar uykusuz geçen günleri saydığın duvardaki takvimin, artık ''skor''larını hatırlatıyor kimilerine. insanlar aşık olmak istiyor, fütursuzca, ne demek olduğunu bile bilmeden, getirilerinden, fedakarlıklarından, onun o müthiş ağırlığından haberleri bile olmadan...
işte biz, ne zamanki aşktan korktuk, onun gücünden aklımız başımızdan gitti ve aşkı herkesin ulaşabileceği, defalarca yaşayabileceği bir şey yaptık, seksten ibaret bir şey haline getirdik, o zaman kaybettik onu aslında. onun ağırlığını taşıyamayacaklar da onu tatsın diye aşkı küçülttük, bütün evrene sığmayacak aşkı, bir msn iletisine sığabilecek hale getirdik ya biz, o zaman aslında bir daha asla bulamamak üzerine kaybettik onu.
saatlik sevişler, sahte gülüşler, yapmacık sevişmelerle dolu dünyada, kirletilmemiş bir aşka sahip bir insanı kıskandığım kadar kimseyi kıskanmadım. yıllar geçtikçe, aşk anlamını biraz daha kaybettikçe, dinlediğim hikayelerin, masalların, hayatların sadece birer yanılsama olduğu düşüncesi ele geçiriyor aklımı, düşüncelerimi, kalemimi. insanların korkularının ne kadar güçlü olduklarını anlıyorum.
die liebe ist ein wildes tier,
sie beisst und kratzt und tritt nach mir.
hält mich mit tausend armen fest,
zerrt mich in ihr liebesnest.
frisst mich auf mit haut und haaren
würgt mich wieder aus nach tag und jahr.
lässt sich fallen weich wie schnee,
erst wird es heiss dann kalt, am ende tut es weh.
13 Ocak 2011 Perşembe
Roadside Bar//

ikinci pakete geçme zamanı geldi artık.
yüzünden başlasam gitmeye uzaklara, duymasam kimseyi
sonu olmasa ummadık rüyalarda, eksilse yokolsa bile değer
bir gün kendimi bırakıp, sana anlatsam ne olduğunu
neden sözleri yuttuğumu, gerisi zaten gözlerinde
lütfen beni hemen uyandır, ya da hep öyle bak yüzüme
ne kork benden ne uzaktan dinle, lütfen beni uyandırma
sesim kısılsa, korkmasam karanlıktan, en baştan başlasam
anlamsız sözlere artık hiç bulaşmadan, beklesem yanında
lütfen beni hemen uyandır, ya da hep öyle bak yüzüme
ne kork benden ne anlatmamı iste, lütfen beni uyandırma
7 Ocak 2011 Cuma
This is the Last Time//

bu son kez diye başlar ama bir veda parçası değildir aslında.
yalanların, kandırmaların olduğu bir dünyada, hepimiz bir hayalin peşinden gidiyoruz kendimizce, gerçekleşeceğini bilmediğimiz bir hayalin. yalanlarımız var hepimizin, kendimize söylediğimiz, o kadar ki, artık inandığımız yalanlar. ''mutluyum ben, bütün bunlar gelip geçecek'' diyoruz kendimize, affedilmeyi, affetmeyi diliyoruz. hayattaki gerçekler ve yalanlar birbirine o kadar karışmış ki, neden hata yaptığımızı düşünmüyoruz bile. gece olup her şey sessizleştiğinde, fısıltıları duymamak için bir o yana, bir bu yana dönüp duruyoruz. kendi aklından korkar mı insan, kendi düşüncelerinden. su yüzüne çıkan yaşanmışlıklardan, hatıralardan. ne kadar çalışsa da, düşünmemeye çalışsa da, kendinden kaçamıyor. geçmiş, peşini bırakmayan bir hayalet gibi geliyor ardından. kayaların ardına saklanan bir gözcü gibi. görmediğin zaman bile, duymadığın zaman bile, hissediyorsun. söylediğin sözleri, gittiğin yolları, uykusuz kaldığın geceleri, güneşten kaçarak geçirdiğin gündüzleri. aklını yıkayabilse insan, bütün kötü anıları silebilse, geçmişe baktığında hep iyi anıları hatırlasa, bu sayede geleceğe de umutla bakabilse. herkesi kandırdığını zannederken aslında kendini kandırdığını farkediyor. emin olmadıklarından ihtimaller doğuyor, hayatındaki olmazlar ve olacaklar, bir sis bulutu gibi önünü kapatıyor. yaşamak için hazırlandığın yıllar boyunca, aslında hayatını çoktan tükettiğini görüyorsun en sonunda. geçen yıllar, her şeyi düzeltmiyor dediği gibi, sadece üstünü kahverengi toprakla örtüyor. her düşen göz yaşında, hayatına giren her insanın ayak izleri kalıyor üzerinde. umursamadığını biliyorsun, ama kendini kandırdığının da farkındasın. çemberin etrafında dönüyorsun sadece. yeni izler, yeni göz yaşları. yeni arkadaşlar, sevgililer, geçiyor. sen ortasında kalıyorsun. yüzünde ufak bir sırıtışla, göz pınarların ıslak.
the last time
you fall on me for anything you like
your one last line
you fall on me for anything you like
and years make everything alright
you fall on me for anything you like
and i know i don't mind
1 Ocak 2011 Cumartesi
Kaydol:
Yorumlar (Atom)